alançalışmamız sırasında köprülü mehmet paşa kutphanesine de uğramak istedik önce görevli sayım var diyerek bizi reddetti fakat sonradankarar değiştirip bizi çeriye aldıilk olarak kütphane hakkında bize bilgi verdi 1666 yılında tamamlanan kütphane müstakil olarak yapılan ilk kütphane olup içinde 2075 kitap bulunuyor .en eski eser 1200 yıllık en genç kıtapta 146 yaşındaarpça farsça ve kuran ilimlerinr dair binlerce eser...görevli bize piri reisin lkitabul bahrisini gösterdi ve bir kaç satır okuttu birde 100yıllık kuranıkerim beni en çok etkileyen kitapların ciltlerinin gunumuzdeki kitaplardan daha yeni durması idi görevli bunu anlamış olacakki osmanlıda kağıtları elde yapıldığını aherlenediği ve daha dayanıklı olması için de bütün kitapların içine ya kebirkeç yazıldığnı bu suretle haşeratın kıtaplara zarar vermediğini söyledi...kurana dokunduğumda hisettiğm duygu ise tarisizdi...
osmanlıca hikaye ve şiirler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
osmanlıca hikaye ve şiirler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
14 Mayıs 2012 Pazartesi
12 Mayıs 2012 Cumartesi
osmanlıca alan çalışması _2
Osmanlıca alan çalışması _1
Salı günü osmanlıca hocam ve grubumuzla beraber istanbul üniverstesinin üstündeki yazıyı okumakla başladı alan çalışmamız dişimin çok ağırmasına rağmen çalışmadan aldığım keyif bana dişimin acısını unutturdu .
fetih marşı..
Yelkenler biçilecek, yelkenler dikilecek
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek...
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek!
Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Dağlardan çektiriler, kalyonlar çekilecek...
Kerpetenlerle surun dişleri sökülecek!
Yürü, hala ne diye oyunda oynaştasın ?
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Sen ne geçebilirsin yardan, anadan, serden...
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Senin de destanını okuyalım ezberden...
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden...
Elde sensin, dilde sen, gönüldesin baştasın...
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Yüzüne çarpmak gerek zamanenin fendini!
Göster : Kabaran sular nasıl yıkar bendini!
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini!
Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Göster : Kabaran sular nasıl yıkar bendini!
Küçük görme, hor görme, delikanlım kendini!
Şu kırık abideyi yükseltecek taştasın
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Bu kitaplar Fatih’tir, Selim’dir, Süleyman’dır;
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır;
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!
Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın...
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!
Şu mihrap Sinanüddin, şu minare Sinan’dır;
Haydi artık uyuyan destanını uyandır!
Bilmem, neden gündelik işlerle telaştasın...
Kızım, sen de Fatihler doğuracak yaştasın!
Delikanlım, işaret aldığın gün atandan
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan...
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Yürüyeceksin... Millet yürüyecek arkandan!
Sana selam getirdim Ulubatlı Hasandan...
Sen ki burçlara bayrak olacak kumaştasın;
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin !
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...
Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...
Yürü, hala ne diye kendinle savaştasın?
Fatihin İstanbul’u fethettiği yaştasın!
Arif Nihat ASYA
Destan
DESTAN
O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış Gidişleri akına, Gelişleri akındanmış.
Yolları eline dolayan
Beldeler, ülkeler avlayan Süvarileri varmış ki Oğuz, Bilge, Süleyman'mış
Bize bin yıllık armağan
Şu parıltı kılıçlarından Ve şu serin, kuytu gölge Kanadlarındanmış.
Kimi kılıç dövülen al külçeden
Kimi güllerin al açtığı bahçeden, Kimi dağların yoğrulduğu Şu mor yığındanmış.
Tufanında, borasında,
Gürüldemiş gökler... Ve yerle gök arasında Dağlar kımıldanmış...
Gönül vermişler aya;
Hükmetmişler toprağa, suya... Tanrıyla akrabalıkları Yakındanmış.
Zembereğini kuran
Onlarmış bu dünyanın... Onlar ki kurt doğuran Obaların kanındanmış.
Ve zaferler getiren atların
Nalları altındanmış.
Arif Nihat ASYA
|
Ma i deniz..
Ma'i Deniz
Sâf ü râkit... Hani akşamki tegayyür heyecân?
Bir çocuk rûhu kadar pür-nisyân,
Bir çocuk rûhu kadar şimdi münevver, lekesiz,
Uyuyor mâi deniz...
Ben bütün bir gecelik cûş-i ahzânımla,
O hayâlât-ı pêrişânımla
Bir çocuk rûhu kadar pür-nisyân,
Bir çocuk rûhu kadar şimdi münevver, lekesiz,
Uyuyor mâi deniz...
Ben bütün bir gecelik cûş-i ahzânımla,
O hayâlât-ı pêrişânımla
Müteşekk', lâim,
Karşıdan safvet-i mahmûrunu seyretmedeyim...
Yok, bulandırmasın âlûde-i zulmet bu nazar,
Rûh-i mâsûmunu, ey mâi deniz...
Âh, lâkin ne zarar!
Ben bu gözlerle mükedder, âciz,
Sana baktıkça teselli bulurum, aldanırım;
Mâi bir göz elem-i kalbime ağlar sanırım.
Karşıdan safvet-i mahmûrunu seyretmedeyim...
Yok, bulandırmasın âlûde-i zulmet bu nazar,
Rûh-i mâsûmunu, ey mâi deniz...
Âh, lâkin ne zarar!
Ben bu gözlerle mükedder, âciz,
Sana baktıkça teselli bulurum, aldanırım;
Mâi bir göz elem-i kalbime ağlar sanırım.
Tevfik FİKRET
Otuz beş yaş şiiri...
OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ
Yaş otuz beş yolun yarısı eder,
Dante gibi ortasındayız ömrün,
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar!
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar.
Zamanla nasıl değişiyor insan..
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan;
Bu güler yüzlü adam ben değilim,
Yalandır kaygısız olduğum yalan!
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir;
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış...
Geç farkettim taşın sert olduğunu..
Su insanı boğar, ateş yakarmış,
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar,
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar;
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında..
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında,
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında...
Dante gibi ortasındayız ömrün,
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar!
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar.
Zamanla nasıl değişiyor insan..
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan;
Bu güler yüzlü adam ben değilim,
Yalandır kaygısız olduğum yalan!
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir;
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış...
Geç farkettim taşın sert olduğunu..
Su insanı boğar, ateş yakarmış,
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar,
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar;
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında..
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında,
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında...
Cahid Sıdkı Tarancı
Bir guguklu saatin Azizliği...
1. Sayfa
BİR GUGUKLU SAATİN AZİZLİĞİ
Dışarıda yağmur, çamur, soğuk, ziyfos ve karanlık vardı. Berbad bir kışakşamıydı . Halbuki içeride salonlar ılık, temiz, aydınlık ve pür-neş’e idi. Çay veriliyordu. Ben de bu âleme dâhildim.
Fakat nedense melûl, mahzûn bir günümdü. Nezâketle hâzirûnu selamlamış, birkaç nâzikâne cümle sarf etmiş ve usulcacık bir köşeye yollanub orada, ayakta bir süslü masaya dayanub tahayyüle dalmışım. Ah hiç şüphe yok ki, şu salonda her şey ve herkes, ilk nazarda pek hoş pek câzibedar, pek kaygusuz pek âsude görünüyordu. Sanki hepimiz bütün işlerimizi yoluna koymuş îrâdımızı masrafımıza uydurmuş, kendimizin ve çocuklarımızın istikbâlini temin etmiş, hayatımızı taht-ı emniyete almış, şimdi buraya havâi sohbetler yapmaya,eğlenmeye gelmişdik. Ev sahipleri, dudaklarında mes’ûd tebessümler ortada dolaşıyorlar, misafirler gözleri neşeli latifeler yapıyorlar, modadan bahsediliyor. Avrupa’dan dem vuruluyor, yazın yapılacak eğlencelerle
bahara çıkılacak seyahatlerin projelerinden konuşuluyor. Hülâsa
müreffeh mes’ûd, tâli’li adamlar gibi bu zümre en latîf hasbihâllerle ne
tatlı vakit
BİR GUGUKLU SAATİN AZİZLİĞİ
Dışarıda yağmur, çamur, soğuk, ziyfos ve karanlık vardı. Berbad bir kış
Fakat nedense melûl, mahzûn bir günümdü. Nezâketle hâzirûnu selamlamış, birkaç nâzikâne cümle sarf etmiş ve usulcacık bir köşeye yollanub orada, ayakta bir süslü masaya dayanub tahayyüle dalmışım. Ah hiç şüphe yok ki, şu salonda her şey ve herkes, ilk nazarda pek hoş pek câzibedar, pek kaygusuz pek âsude görünüyordu. Sanki hepimiz bütün işlerimizi yoluna koymuş îrâdımızı masrafımıza uydurmuş, kendimizin ve çocuklarımızın istikbâlini temin etmiş, hayatımızı taht-ı emniyete almış, şimdi buraya havâi sohbetler yapmaya,

2. Sayfa
geçiriyordu.
Evet şüphesiz ki buraya İstanbul’un bahtiyarları toplanmış en dertsiz
ve endişesiz insanları bu zarif salonda birbirleriyle telâki (buluşma)
etmişdi.
Ben tam muhâkememi bu raddeye getirmiştim. Birden başımın üzerinde bir harhara koptu ve garib bir mahluk bir biri üstüne altı kere: Guguk! Guguk!
Diye haykırdı. Bakdım: duvara kâr-i kadîm antika bir saat, bir guguklu saat asılmışdı.
Çâryekte bir üstündeki ufacık kapı açılıyor ve alel acayip bir kuş salona, salondakilere doğru uzanarak yerine göre, bir, beş, on, on iki defa:
- Guguk!
Diye bağırıyor, sonra yine odasına ve yuvasına çekiliyordu. Belki bunda şâyân-ı hayret hiçbir cihet yoktu. Fakat, nedense, bana bu (guguk !) lar, şu riya hülya âleminde pek manidâr göründü; Sanki onu bir feylesof azizlik olmak için asmıştı, her (guguk) bizi hakikate ircâ' için bir ihtâr ve her esassız sözümüzle, fiile uymayan kavlimizle bir istihzara idi. Hem, galiba ale’l-husus çay günleri bu (Guguk) lar o kadar yerinde çıkıyor, guguklu saat bizi o derece münasip bir yerde susduruyordu ki onun bir makineden ibaret olmayıp ayrıca bir ruha, bir zeka ve bir ilme de malik olduğuna gittiğince inanmağa başlıyordum.
Ben tam muhâkememi bu raddeye getirmiştim. Birden başımın üzerinde bir harhara koptu ve garib bir mahluk bir biri üstüne altı kere: Guguk! Guguk!
Diye haykırdı. Bakdım: duvara kâr-i kadîm antika bir saat, bir guguklu saat asılmışdı.
Çâryekte bir üstündeki ufacık kapı açılıyor ve alel acayip bir kuş salona, salondakilere doğru uzanarak yerine göre, bir, beş, on, on iki defa:
- Guguk!
Diye bağırıyor, sonra yine odasına ve yuvasına çekiliyordu. Belki bunda şâyân-ı hayret hiçbir cihet yoktu. Fakat, nedense, bana bu (guguk !) lar, şu riya hülya âleminde pek manidâr göründü; Sanki onu bir feylesof azizlik olmak için asmıştı, her (guguk) bizi hakikate ircâ' için bir ihtâr ve her esassız sözümüzle, fiile uymayan kavlimizle bir istihzara idi. Hem, galiba ale’l-husus çay günleri bu (Guguk) lar o kadar yerinde çıkıyor, guguklu saat bizi o derece münasip bir yerde susduruyordu ki onun bir makineden ibaret olmayıp ayrıca bir ruha, bir zeka ve bir ilme de malik olduğuna gittiğince inanmağa başlıyordum.

3. Sayfa
- Muhakkak, diyordum, arkamızda bizi bir dinleyen var, yeri geldikçe ipini çekiyor ve saati öttürüyor!
Mesela yandaki koltuğa gömülüp yüksek sesle meclise hitap eden bir harp zengini borç gırtlağında, perişan bir halde idi ve elli lira bulmaktan aciz bir vaziyete düşmüştü. Keyfiyet de cümlemizce mâlûm idi. Gûyâ âbid hanındaki yazıhânesi işliyormuş gibi azametle:
- Piyasa durgun biraz un üzerine muamele var, fakat geçen hafta ortağımla girdik, sekiz bin lira zarar ettik!
Der demez zahir akrep çâryeğin üzerine gelmişti. Kuş yuvasından çıktı ve tüccarın üzerine doğru uzanıp bir defa:
- Guguk!
Diye haykırdı. Ben kıpkırmızı oldum; Az daha ev sahibi de:
- Kusurunu afv edin, münasebetsizlik etti!
Diyecek zannettim. Fakat baktım, kimse şu ihtâr ve istihzâ’nın farkında olmadı.
Şimdi tacir-i müflis sözünü kesmiş, halka yutturduğuna kâni’ memnun dinlenirken şık, zarif ve câzibedâr bir hanım efendi – Allahu âlem, doğru olmasa gerek ama sigorta parası için geçen yıl yalılarını kasden yakdıkları hakkında ortalıkta bir

4. Sayfa
şâyi’a dönmüştü ve bu yıl yakacak ev dahi kalmamıştı - tatlı bir bahs açmıştı.
- Geçen kışı Nis’de geçirdikdi, ne mükemmel bir hayat o bu sene beğe söylüyorum, “Canım, diyorum, bu çamurlu, sıkıntılı memlekette nasıl durulur, hiç olmazsa iki ay Mısır’a gidelim!” Fakat, inatçı adam, bir türlü razı olmuyor, “Bir işim var, hele bitsin, niyetim yine Nis’de bir villa tutmak” diyor... Bakalım ne olacak!
Hanım Efendi sözünü ikmâle vakit bulmaştı, Nis’de villa tutmak ibaresine gelir gelmez tepesinde bir har hara kopmuş ve bıçak olmalıydı – Tahammülsüz kuş kutusundan dışarıya fırlayarak:
- Guguk!
Diye ona da bir defa cân u gönülden bağırmıştı... Acaba hanım alayın farkında olmuş muydu? Ben hicâbımdan yerlere geçiyordum. Lakin anladım ki tefâhür müsabakasına girişilen bu meclisde (guguk!) değil a, bir saat icad olunsa da (yuh sana!) diye haykırsa yine kimse üzerine alınmayacak!
Üçüncü bir zat, bir muharirdi ve dalgınlıkla benim orada bulunduğumu ve işlerin iç yüzünü bildiğimi de unutmuştu... Kitaplarının mazhar olduğu rağbeti, mahviyetkârâne bir şive ile, lâkin herkesin zihnine hakk etmeğe uğraşarak tatlı tatlı anlatıyor, anlata anlata bitiremiyor:
şâyi’a dönmüştü ve bu yıl yakacak ev dahi kalmamıştı - tatlı bir bahs açmıştı.
- Geçen kışı Nis’de geçirdikdi, ne mükemmel bir hayat o bu sene beğe söylüyorum, “Canım, diyorum, bu çamurlu, sıkıntılı memlekette nasıl durulur, hiç olmazsa iki ay Mısır’a gidelim!” Fakat, inatçı adam, bir türlü razı olmuyor, “Bir işim var, hele bitsin, niyetim yine Nis’de bir villa tutmak” diyor... Bakalım ne olacak!
Hanım Efendi sözünü ikmâle vakit bulmaştı, Nis’de villa tutmak ibaresine gelir gelmez tepesinde bir har hara kopmuş ve bıçak olmalıydı – Tahammülsüz kuş kutusundan dışarıya fırlayarak:
- Guguk!
Diye ona da bir defa cân u gönülden bağırmıştı... Acaba hanım alayın farkında olmuş muydu? Ben hicâbımdan yerlere geçiyordum. Lakin anladım ki tefâhür müsabakasına girişilen bu meclisde (guguk!) değil a, bir saat icad olunsa da (yuh sana!) diye haykırsa yine kimse üzerine alınmayacak!
Üçüncü bir zat, bir muharirdi ve dalgınlıkla benim orada bulunduğumu ve işlerin iç yüzünü bildiğimi de unutmuştu... Kitaplarının mazhar olduğu rağbeti, mahviyetkârâne bir şive ile, lâkin herkesin zihnine hakk etmeğe uğraşarak tatlı tatlı anlatıyor, anlata anlata bitiremiyor:

- Vallâhi efendim diyordu, bu memleket için doğrusu şâyân-ı hayrettir. İlk eserimi beş bin bastırmıştım. Beş ayda tek nüsha kalmadı... Kitapçı geçen gün ikinci tab’ını teklif etti. “Hele şu sırada dursun!” Cevabını verdim. Mâ’mafih eş’ârımı (şiirlerimi) topladım, küçük bir cilt teşkil edecek… Tâbi’ on binden aşağı basılmasına razı değil!
On bini işiten kuş [ya tekrar çeyrek üzerine, yahutta şâir-i meşhûrun iki yüz nüsha bile satamayacağına vâkıf olduğundan hiddete gelmişti] Birden yuvasından dışarıya atılmış ve üstadın burnuna doğru gagasını uzatıp sarîh bir istihzâ ile:
- Guguk!
Diye haykırmıştı. Ben utanarak gözlerimi yere indirmiştim; zannetmiştim ki şâir de işin farkına vardı. . . Lakin ne gezer, galiba o bunu ( Bravo!) , (Mükemmel !) gibi bir takdir ve alkış sedası farz etmiş, (Mersi), (Mersi) diye mırıldanarak koltuğuna yaslanmıştı!
* * *
Söz sırası bir büyük zata gelmişti, o sâbık ve lâhîk ne kadar siyasiyyûn varsa hepsini bol keseden tenkîd ediyor, sürü sürü kusurlar sayıyor, kaht-ı ricâlden dem vuruyor, memlekete yazık olduğunu söylüyor, süslü yeleğinin cebine elini sıkıştırıp meşhûr bir siyasi tavrıyla:
Hanım efendiler, diyordu, yazık ki iş başına şark

6. Sayfa
ve garba layıkıyla vâkıf bir zat, bir azimkâr ve kıymetdâr zat geçemedi. Mesela ben deniz iktidarda bulunsa idim dört kanunla bu memlekete öyle bir intizam verir, maârfı, sanâyii öyle bir teshîl eder ticareti öyle arttırır, vatanı öyle bir gülzara çevirdim ki hasımlarıma bile meziyet mi hidmet mi takdir ettirir, dünyaya parmak ısırttırırdım. Evet fazla değil, yalnız dört kanun, dört nizamname ile milleti şu muhâtaradan kurtarmağa benim için acizleri için işten bile sayılmazdı!
Bu beliğ mûhim, müthiş hitabeyi tam zamanında medid muharriş, boğuk bir harhara, badehu sert, tiz, sabırsız bir sadâ-yı istihzâ tamamladı.
- Guguk! Guguk! Guguk!
Akrep tam altının üzerine gelmiş, bir çeyrek kadar şu nutku dinlemekten kuş bütün tahammül ve metânefini gâip ederek yuvasından dışarıya bir çılgın gibi fırlamıştı. Yedinci gugukta henüz hırsını alamamış gibi mırıldanarak zor bela içeriye girdi... Lâkin dünyayı anladığını iddia eden o zeki vukuûflu zat bu sarîh alayı hissetmemişti. Ben saatin şu nezaketsizliğinden dolayı utandığımı belli etmemek için yüzüme mendilimi kaparken o alkışlamış bir hatip edasıyla mağrur koltuğuna yaslanıyordu.
Siyasetten bıkan meclis artık öteden beriden bahs ediyordu. Otuz seneden beri otuz yaşını geçmeyen bir hanım efendi [söz
ve garba layıkıyla vâkıf bir zat, bir azimkâr ve kıymetdâr zat geçemedi. Mesela ben deniz iktidarda bulunsa idim dört kanunla bu memlekete öyle bir intizam verir, maârfı, sanâyii öyle bir teshîl eder ticareti öyle arttırır, vatanı öyle bir gülzara çevirdim ki hasımlarıma bile meziyet mi hidmet mi takdir ettirir, dünyaya parmak ısırttırırdım. Evet fazla değil, yalnız dört kanun, dört nizamname ile milleti şu muhâtaradan kurtarmağa benim için acizleri için işten bile sayılmazdı!
Bu beliğ mûhim, müthiş hitabeyi tam zamanında medid muharriş, boğuk bir harhara, badehu sert, tiz, sabırsız bir sadâ-yı istihzâ tamamladı.
- Guguk! Guguk! Guguk!
Akrep tam altının üzerine gelmiş, bir çeyrek kadar şu nutku dinlemekten kuş bütün tahammül ve metânefini gâip ederek yuvasından dışarıya bir çılgın gibi fırlamıştı. Yedinci gugukta henüz hırsını alamamış gibi mırıldanarak zor bela içeriye girdi... Lâkin dünyayı anladığını iddia eden o zeki vukuûflu zat bu sarîh alayı hissetmemişti. Ben saatin şu nezaketsizliğinden dolayı utandığımı belli etmemek için yüzüme mendilimi kaparken o alkışlamış bir hatip edasıyla mağrur koltuğuna yaslanıyordu.
Siyasetten bıkan meclis artık öteden beriden bahs ediyordu. Otuz seneden beri otuz yaşını geçmeyen bir hanım efendi [söz

7. Sayfa
aramızda, haber aldığımıza göre kerime hanımla bir mukâvele akit etmişti, sokakta kendisine (Anne!) diye hitap etmemek şartıyla mah-be-mah elli lira cep harçlığı verecekti.] şöyle genç, şuh bir kahkaha ile birden:
- Cum’aya benim doğduğum gün dedi, yemeği hep beraber yeriz…
Sonra daha genç, şuh bir seda ile:
- Ben de otuzunu buldum! Diye ilave etti… Cümlesini henüz bitirmişti, birden tepemizde müthiş bir harhara koptu, guguk kuşu --- hem de çâryeğe gelmeden, zâhir zenbereği boşanmıştı --- kutusundan fırladı, lâyenkati’:
- Guguk! Guguk! Guguk!
Diye bağırıyor, mütemâdiyen haykırıyor, nefes nefese hanımefendiye bakarak guguklarına devam ediyordu.
Hepimiz şaşırmış, yüksekteki saate:
- Artık sus!
Diye sesleniyor, yumruklarımızı sallıyorduk. Nihayet kurması biterek bî-mecâl susmuştu; susmuştu ama bir kelime ile fikrini bu derece mükemmel ve dürüst ifade eden zarîf bir heccâva ben ömrümde tesadüf etmemiştim!
aramızda, haber aldığımıza göre kerime hanımla bir mukâvele akit etmişti, sokakta kendisine (Anne!) diye hitap etmemek şartıyla mah-be-mah elli lira cep harçlığı verecekti.] şöyle genç, şuh bir kahkaha ile birden:
- Cum’aya benim doğduğum gün dedi, yemeği hep beraber yeriz…
Sonra daha genç, şuh bir seda ile:
- Ben de otuzunu buldum! Diye ilave etti… Cümlesini henüz bitirmişti, birden tepemizde müthiş bir harhara koptu, guguk kuşu --- hem de çâryeğe gelmeden, zâhir zenbereği boşanmıştı --- kutusundan fırladı, lâyenkati’:
- Guguk! Guguk! Guguk!
Diye bağırıyor, mütemâdiyen haykırıyor, nefes nefese hanımefendiye bakarak guguklarına devam ediyordu.
Hepimiz şaşırmış, yüksekteki saate:
- Artık sus!
Diye sesleniyor, yumruklarımızı sallıyorduk. Nihayet kurması biterek bî-mecâl susmuştu; susmuştu ama bir kelime ile fikrini bu derece mükemmel ve dürüst ifade eden zarîf bir heccâva ben ömrümde tesadüf etmemiştim!
Refık Hâlid
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)