Güncel paylaşımlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Güncel paylaşımlar... etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Aralık 2013 Pazar

Kimse kimsenin yarasına inanmıyor artık....Yok ötesi kendi acımız ile öleceğiz...Tarık Tufan

29 Ağustos 2013 Perşembe

Şahidiz Sen Kazandın Ey Şehit Esma....:(

Mısır'daki askeri yönetim karşıtı gösterilerin sembolü haline gelen Esma el-Bilteci'nin ailesi, şehit Esma'yı ve yaşadıkları acıyı anlattı.
ERDOĞAN'IN KIZIM İÇİN AĞLADIĞINI GÖRÜNCE
Eşi Muhammed el-Bilteci'nin kızı Esma'yı şehit olmadan üç gün önce rüyasında cennette gelinlikleriyle gördüğünü aktaran Anne Sena el-Bilteci, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Baba Bilteci'nin kızına yazdığı mektubu dinlerken gözyaşlarını tutamadığı görüntüleri izlerken duygulu anlar yaşadı.
Bilteci, "Darbeden bu yana karşılaştığımız felaket, insanlıktan uzak vahşetin yoğun olduğu bir ortamda, Başbakan Erdoğan'ın kızım için ağladığını gördüğümde, az da olsa yeryüzünde insanlığın kaldığını hissettim" şeklinde konuştu.


ESMA'NIN ŞEHADETİ EN AĞIR OLANIYDI
"Benim dört erkek, bir kız çocuğum vardı. Yıllardan beri birçok sıkıntı ve belalara maruz kaldık ancak bunlar içinde Esma'nın şehadeti en ağır olanıydı. Tek kızımı kaybettim. Erkek çocukların meşguliyetleri genellikle dışarıda oluyor malum, Esma'nın gidişinin ardından kendimi çok yalnız hissettim, sürekli beraberdik. Gidişinin ardından sanki kızımı değil, bana beslediği sevgiden dolayı sanki annemi kaybettim. Yanındayken kendimi güvende hissediyordum


ISRARLA ABDEST ALDI VE GÖZÜMÜN ÖNÜNDE KAYBOLDU
Bilteci, kızının hayatını kaybettiği anları şöyle anlattı:
"Gaz bombalarının yoğunluğundan boğulacak duruma geliyorduk ve çevremizde insanların şehadete ulaştıklarına tanık oluyorduk. Esma'nın yüzüne bakıyordum henüz küçük yaşında olmasına rağmen kendisinin bunlar karşısında etkilenmeden sapasağlam durduğunu gördüm. Bilakis o beni cesaretlendiriyordu. Kurşunların ve gaz bombalarının yoğunluğunun altında olmamıza ve kimsenin hareket edecek gücünün olmamasına rağmen çantasından küçük bir su şişesi çıkartarak, abdest alma konusunda ısrar ederek su dökmemi istedi. Bu arada gazın etkisini azaltması için yüzümü sirkeyle yıkıyordu. Daha sonra Rabia'daki Sahra Hastanesi'ne gitme konusunda ısrar etti, 10 dakika kadar sonra telefonlarıma cevap vermiyordu. Ardından bulunduğum yere geri geldi, kendisine biraz çıkıştım 'Esma beni niye bıraktın, ne olacağını bilmiyoruz kızım birlikte olalım' dedim. Bana gülümseyerek baktı ve hiçbir şey demedi, sonra beni yanaklarımdan öptü ve gözümün önünden kayboldu gitti."
HASTANEDE YA RAB, YA ALLAH DİYORDU
Daha sonra oğlu Halid'in kendisine Esma'nın vurulduğunu aktardığını anlatan Bilteci, "Sahra Hastanesi'ne gittiğimde şehitler ve ağır yaralılarla karşılaştım. Esma'nın yanına gittiğimde sabırlı ve metanetliydi. 'Ya Rab, Ya Allah' diyordu. Anlayamadığım sözleri mırıldanıyordu. Yüzünü siliyordum ve kendisine 'Hayatım sabret, metanetli ol' derken bana 'Anneciğim ben iyiyim' diyordu. Beni rahatlatmak istiyordu. Ancak yatağın altından çok miktarda kanın aktığını görünce doktorlar acil kan nakli yaptılar fakat vücudu bunu kabul etmedi. Ameliyat odasına götürülürken ortalıkta birçok ceset ve ağır yaralı gördum. Her tarafta vahşetin izleri vardı. Onu ameliyat odasına bıraktım ve çıktım, birkaç dakika sonra şehit olduğu haberi geldi" şeklinde konuştu.
VURULDUĞUNDA KUR'AN OKUYORDU
"Allah onu bu dünyanın çirkinliklerinden kurtardı" diyen Bilteci, "Esma 4 ay önce Kur'an-ı Kerim hıfzını tamamlamıştı. Rabia meydanını, oradaki yaralıları Kur'an okuyarak korumaya gayret gösteriyordu. Tanık olanların anlattığı kadarıyla vurulduğu esnada Sahra Hastanesi'nin önünde elindeki mushaftan Kur'an okuyormuş. Arkadaşlarının uyarılarına rağmen bir elinde Kur'an'ı tuttuğu diğer eliyle de taş toplayıp gençlere verdiğini söylediler. O, zulme ve tuğyana karşı mücadele ederken şehit oldu" ifadelerini kullandı.
HASTANE ESMA'YI KABUL ETMEDİ
Bilteci ailesinin en büyük oğlu Ammar, kardeşi Esma'nın yanına hayatını kaybettikten sonra ulaşabildiğini belirterek, kardeşinin naaşını taşıdıkları anlarla ilgili şunları kaydetti:
"Cenazeyi oradan götürmeyi uygun gördük çünkü rejimin cesetlere neler yapabileceğine daha sonradan da tanık olduk.  Hastane yetkilileri, kendilerine Rabia'dan hiçbir yaralı ve ölü kabul etmemeleri talimatı verildiğini bildirdi."
MEDYA ESMA'NIN ÖLÜM HABERİNİ YALANLADI
Mısır basınının, kardeşi Esma'nın ölüm haberini yalanlamasının bir önemi olmadığını belirten Ammar, "Başından beri isteyen inansın, isteyen yalanlasın dedik. Bu gerçek, bizim için tüm bu haberlerden çok daha önemli ve değerli. Yalanlayanlara cevap olsun diye çekim yapılması tekliflerini kabul etmedik. Buna rağmen şehit olmasının ardından bazı resimleri yayınlandı, bunun sorumluluğu bize ait değildir. Eve gelen arkadaşları ve akrabaların son bir kez görmeleri için ambulansın kapısını açıp insanların veda etmeleri için yüzünü görmelerine müsaade ettik" dedi.
ESMA'YI ÖZLEDİK, BÜYÜK BİR ACI DUYUYORUZ
Ammar Bilteci, "Kardeşine ve babana bir mesajın var mı " sorusunu, "Esma'nın benim mesajıma ihtiyacı yok. Ancak kendisini özledik büyük bir acı duyuyoruz. Onun şu an mutlu olduğunu hissediyoruz. Allah'tan bizi onun mertebesine ulaştırmasını diliyoruz. Babama ise şunu söylerim, 'Metin ol, bizler inşallah bu yolda sizlerin takipçisiyiz. Zalimler nasıl bir devrimle tersyüz olacaklarını görecekler" diye cevapladı.
Mısır makamları tarafından kakkında tutuklama kararı çıkarılan Müslüman Kardeşler Teşkilatı (İhvan) yöneticilerinden Ezher Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Muhammed el-Bilteci, El-Cezire televizyonunda dün yayınlanan video görüntüsünde, kızı Esma'nın öldürülmesi olayına ilişkin, "Allah, sesini kesmek için kurşunla öldürmek istedikleri o çiçek Esma'nın isminin ve resimlerinin tüm dünyada yüceltilmesini istedi. Herkes onu rahmetle anıyor, resimlerini Türkiye'de, Kabe'de ve Medine'de yükseklerde taşıyorlar. Bu da sadece Allah'ın istediğinin olacağını müjdeliyor" ifadelerini kullanmıştı.
Kaynak: AA

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Düşme ...........


Düşme

"Düşersen bağımsızlığını ilan eder dostların

Görüş günlerin yasaklanır, gelenin gidenin olmaz

Bayram eder düşmanların düşme.


Düşünce bütün düşüncelerin değişir hayata dair...

Dostluk arkadaşlık aşk yeniden şekillenir beyninde düşme...

.......

Hayatın ve dostların vefasızlığını görünce

Yaralanır duyguların en derinden

Düşme...

........

Düştün mü ilk önce güvendiklerin vurur sırtından

Kimse bakmaz yüzüne işe yaramaz adam olursun

Bir bir uzaklaşır dostların senden

Tutacak dal bulamaz yorulursun düşme...

Düştün mü isyan edersin yaşadığın hayata

Gözyaşlarını dökersin her gece yastığa

Yılanın ne kadar masum kurdun suçsuz

Çakalın çakal olmadığını anlarsın ikiyüzlü insanları görünce

Düşme...

.........

Düşenin dünyada dostu yok imiş aman aman

Yok imiş ölem ölem

Düşme...

Düşünce sahili olmayan koca bir deniz olur dünya

Sığınacak bir liman bulamaz kaybolursun

İkiyüzlü düzenbazlar hüküm sürerken

Sen kederinden kahrolursun/ Düşme...

...........

Düştün mü... Başucunda bir tek anan olur

Gerisi yalan olur

İmdat demeye engel olur gururun düşme.

Kalıbı beş para etmez adamın söylediği sözler yaralanır olur

Düşme...

............

Düşersen maziye dalar gider gözlerin

Yazılmamış hikaye olursun

Düğümlenir boğazında kelimeler kederinden kahrolursun düşme...

Haddini de hesabını da bileceksin bugünlerde

Yoksa farkın kalmaz bu yolda gelip gidenlerden

Seni üzenleri hayatından sileceksin gerekirse

Düşme...

..............

En iyisi mi bir kurşun sık hayatının orta yerine

Barut izleri kalsın ellerinde

Ama sakın düşme...

Düşenin dünyada dostu yok imiş..."


İbrahim Dizlek

8 Ekim 2012 Pazartesi

Taraf gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, savaşa hayır diyenleri sert bir dille eleştirdi. "Aylardır “elâlemin çocuğunu” öldüren savaşa bir şey demeyenler, başkalarının çocuklarını öldürecek savaş ajitasyonuna başladılar" diyen Oğur, "Savaşa hayır" diyenleri 4 kategoriye ayırdı..
"Savaşa hayır" diyenleri güzellik yarışması jürisi önünde atılanlara benzeten Oğur, "Ne gerek var şimdi. Elâlemin derdi bizi niye geriyor. Erkektir döver de sever de. Aile kavgasında araya girilmez. Kendi kendilerine hallederler meselelerini, karışmak bize yakışmaz. Yatın hadi, olmadı yastığınızla kulaklarınızı kapatın. Az sonra nasıl olsa kesilir çığlık sesi" diyerek toplum vicdanını müstehzi bir dille eleştirdi.. İşte Oğur'un o yazısı:
MİSS TURKEY: SAVAŞA HAYIR
Sonda söyleyeceğimi, başta söyleyeyim: Eğer bir gün Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul’un, Rize’nin Diyarbakır’ın mahallelerini jetlerle vurmaya başlarsa, her Cuma namazından sonra toplanan protestocu sivil kalabalıkların üzerine polis/ asker tanklarla, toplarla, sniper’larla ateş açarsa, Ankara Kalesi’ne yerleştirilen toplar Ulus’u bombalarsa, İzmir Kadifekale denizden savaş gemileriyle top ateşine tutulursa, yüzbinlerce insan Yunanistan’a, Bulgaristan’a kaçmak zorunda kalırsa, her gün yüzün üzerinde insanın ölümünün artık haber değeri bile kalmazsa lütfen dünya “bu onların iç işidir” demesin, milli egemenliğimizi, milli gururumuzu falan hiç düşünmesin, tuzu kurular savaşa hayır diye sloganlar atmasın ve meşruiyetini yitirmiş Türkiye Cumhuriyeti devletine daha büyük katliamlar yapmadan derhal haddi bildirilsin.
AYLARDIR ARAP ÇOCUKLARININ KATLEDİLMESİNE KARŞI ÇIKMAYANLAR...
1,5 yıldır bunların hepsini yapmış Esed’in kime isabet diye halkının üzerine fırlattığı bombalardan biri de Akçakale’de Timuçin ailesinin evinin üstüne düştü, 13 yaşındaki Fatma, 16 yaşındaki Ayşegül ve sekiz yaşındaki Zeynep, anneleri ve komşularıyla birlikte hayatını kaybetti, kardeşleri, kuzenleri ağır yaralandı. Aylardır Arap çocukların katledilmesi karşısında kılını kıpırdatmamışları, Urfalı çocukların öldürülmesi de pek heyecanlandırmadı. Onları bir anda ayağa kaldıran çocukları öldüren topların vurulması ve ardından Meclis’ten “Aman niyetimiz savaş değil” mahcubiyetiyle bir tezkere çıkarılması oldu.
PORTAKAL ÇİÇEĞİNDEKİ SAVAŞ İHTİMALİ İÇİN SEFERBER OLMAK
Aylardır “elâlemin çocuğunu” öldüren savaşa bir şey demeyenler, başkalarının çocuklarını öldürecek savaş ajitasyonuna başladılar. (Merak edilmesin. Suriye’ye kimse Muhteşem Yüzyıl’daki gibi sefere çıkmayacak. En fazla Bosna, Kosova, Libya’daki gibi havadan müdahale olur. Herhalde kısa dönem askerliğini jet pilotu olarak yapan da yoktur.) 1,5 yıldır komşuda süren savaşa dönüp bakmamışlar, portakal çiçeğindeki savaş ihtimali için seferber oldu. Buna da kısaca “savaşa hayır” dediler. Valla bu slogan 2003 1 martından itibaren Irak için, Lübnan için, Gazze için katıldığım onlarca mitingde bağırdığım, 2005’te Suriye işgal edilecek diye otobüsle desteğe gittiğimiz Şam’da elimde tuttuğum pankartta yazan “savaşa hayır” sloganına pek benzemiyor. Neye benzediğini anlatayım.
OSMAN PAMUKOĞLU VE YILMAZ ÖZDİL'İN AYNI ANDA KARŞI OLDUĞU ŞEY
Önce ne olur kimse bana memleketin savaş suçlusu adaylarından Osman Pamukoğlu’nun, ABD’nin Afganistan işgaline “Asil Kartallar” diye başlıklar atmış bir numaralı nefret suçu sanığı Yılmaz Özdil’in aynı anda karşı olduğu şeyin savaş olduğunu söylemesin. Kimse de, Irak’a Bush’la girmeyen hükümeti “Gariban Diplomasisi” diye aşağılayan Ertuğrul Özkök’ün “Araplar için ölmeye değer mi” kıvamındaki savaş karşıtlığından da utanmayıp Irak-Suriye benzetmeleri yapmasın.
SEDAT ERGİN BARIŞÇIL DIŞ POLİTİKA DERSLERİ VERMESİN
Ve ne olur 1998’de sınırlarımıza bir top mermisi bile düşmemişken, ülkeyi Öcalan için Suriye’yle savaşın eşiğine getiren politika için “Suriye'deki rejimin diplomasiden, iyi niyetten anlamadığı, ancak ‘güç’ karşısında hareket eden bir yapıda olduğu dikkate alınırsa, bu politikanın gerekliliği daha iyi anlaşılır” diye yazmış Sedat Ergin’den barışçıl dış politika, Enverizm ve sıfır sorun dersleri vermesin. Ortada birkaç “savaşa hayır” var ve bunların neredeyse hiçbir savaşa karşı değil.
BİRİNCİ SAVAŞA HAYIR NEDENİ: "AKP NE YAPARSA ONA HAYIR DEMEK"
Birinci “savaşa hayır”, aslında “AKP ne yaparsa ona hayır” demek. Birazcık kazısan altından “Türkiye laiktir, laik kalacak” bile çıkabilir. Bu savaş karşıtları Suriye’de olan bitene Türkiye iç siyaseti şablonlarıyla baktılar. İyi ki Miloseviç AKP iktidarında Bosna’da katliama girişmemişti. Yoksa emperyalistlerin parçalamaya çalıştığı Yugoslavya perspektifinden Srebrenica katliamını Aliya izzetbegoviç’in yapıp yapmadığını tartışıyorduk hâlâ. Ama galiba Boşnakların beyaz ve Batılı görünmeleri lehlerine olurdu. Kim inanır, bıyıksız, şapkalı Aliya’nın aslında İslamcı bir teorisyen olduğuna. Suriye için tüm klişeler yerli yerinde. Bir yanda çağdaş karısıyla alevi Esed, karşısında sakallı, çarşaflı dinciler. Neredeyse Suriye’nin Menemen isyanı bu.
NİŞANTAŞI STARBUCKS'TAN SAVAŞA HAYIR TWEET'İ ATMAK
İkinci savaş karşıtlığının motivasyonu “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sinizmi. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” Kemalizmin en tutmuş ilkesi. Bu ilkenin yurttaki barıştan kastı için Dersim’e bakmak yeterli. Ama ilkenin ikinci kısmı memleketin kötü Enver Paşa hatıralarını hâlâ canlandırıyor. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” aslında dünyaya huysuz ve bencil bir teyze gibi bakmak demek. “Şimdi ne lüzumu var, başka işimiz mi kalmadı, bize ne, karışma başın ağrır, aman senin üzerine vazife mi, her k oyun kendi bacağından asılır” demek. Urfalı çocuklar ölürken, Nişantaşı Starbucks’tan “Savaşa Hayır” tweet’i atmak demek.
ÜÇÜNCÜ SAVAŞA HAYIR...
Üçüncü “savaşa hayır” da bunun hısımı. Bir kısım enternasyonalist solcunun, bir kısım ümmetçi İslamcının ve bir kısım dünya vatandaşı liberalin Westphalia düzenine, ulus-devlet sınırlarına sadakatini ortaya koydu bu “savaşa hayır”. Türkiye’de sadece devletin değil, toplumun da içe kapanmacılığını teşhir etti. Enver Paşa’nın emperyalist maceracılığıyla, biraz ötesinde bir diktatörün boğazladığı halka yardım etmek arasında bazı liberaller bile bir fark bulamadı. Sayıklamaya dönen “Bizi Suriye’ye sokmak isteyen” Marduklu emperyalist güçlerin kirli oyunlarına onlar bile gelmedi.
EN MAKULU..
Dördüncü “savaşa hayır”, “bu iş savaşla, müdahaleyle çözülmez ama Esed de gitmeli”cilerin “savaşa hayır”ı. Aralarında en makul görüneni. En sterili. Her gün tepelerinde jetler uçan Suriyelilerin herhalde en sinirlerini bozanı. Bosnalıların, Kosovalıların, Libyalıların bu gerekçeyle geciken müdahaleler yüzünden daha fazla ölmesinin nedeni. Srebrenica’nın esas katili. “O kadar kolay değil, yeterince ölmediniz, haydi biraz daha gayret bak sapanlarla düşürebilirsiniz jetleri” diye dalga geçeni. Savaş meydanında tam kılıcını çekmişken yüzüne tüküren düşmanı “Onu şimdi öldürürsem nefsim için öldürmüş olurum” diyerek bırakan Hz. Ali gibi Türkiye’nin kendi vatandaşları öldü diye Suriye’ye müdahale etmesinden yana değilim. O bombalar Suriyeli çocukların tepesinde düşerken Libya’da Fransa’nın yaptığını yapıp, uluslararası bir müdahaleye öncülük edebilecek bir ülke olabilseydik keşke. Ama değiliz. Bunu zorlamanın da bir âlemi yok.
ELALEMİN DERDİ BİZİ NİYE GERİYOR
Yani güzellik yarışması jürisi önünde atılanlara benzeyen “savaşa hayır” sloganlarına hiç lüzum yok. Savaş falan çıkamayacak. Kimsenin o kadar umurunda değil komşudan gelen çığlık sesleri. Hem o kadar bağırmadı ki kadın henüz. Kimse bir şey yapmayınca vicdanı el vermeyip gece vakti komşunun zilini çalan, camına bir taş atan hükümetimizin de elini tutmalıyız. Ne gerek var şimdi. Elâlemin derdi bizi niye geriyor. Erkektir döver de sever de. Aile kavgasında araya girilmez. Kendi kendilerine hallederler meselelerini, karışmak bize yakışmaz. Yatın hadi, olmadı yastığınızla kulaklarınızı kapatın. Az sonra nasıl olsa kesilir çığlık sesi.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

Serçe saraylar...

Zarafet ve Merhamet Abideleri SERÇE SARAYLAR*


Kuşları sadece, “İstanbul’da yaşayan bir hayvan cinsi” olarak tanımlamak, hem bu şehri güzel yapan unsurlardan birinin zayıf tarifi, hem de onlara yüklenen pek çok anlamın da eksik bırakılması demek olur. Hangimiz Yenicami denilince güvercinlerin olmadığı bir manzarayı veya vapur denilince martıları düşünmeden edebilir ki. İçimizden birilerinin balkonuna, pencere kıyısına yuva yapmış kumrular vardır muhakkak.
Kuşlara duyduğumuz bu ilgi ve sevgi çok eski zamanlardan başlamaktadır. Oğuz destanlarına göre her boyun bir kuş sembolü vardı. Boyların bu hayvanlardan türediğine inanılır ve kutsal sayılan bu kuşlar yenmezdi. Her birinin tasvirinden yapılmış armalara ise Ongun ismi verilmekteydi.[1] Türk destan ve masallarının pek çoğunda kuş şekline bürünmek “kuş donuna girmek” olarak tabir edilmiştir. Şaman inancına göre iyilik yapan insanlar kuşlaşır ve uçabilirlerdi. Bu yüzden Türkler’e ait mitolojik resimlerde Şamanlar kuş şeklinde veya kuş maskesiyle tasvir edilmektedir. Yani uçmak, ancak ulvi ve erdemli davranışlar neticesinde elde edilebilen bir şeydi ve kuşlar uçabilen canlılardı.
Hümâ, Simurg, Anka gibi efsanevî kuşlar da edebiyatımızda yer almış ve günümüze kadar akseden bu inançlar tabirlere konu olmuş, talihli bir olayla karşılaşanın başına devlet kuşu konmuştur.
Türklerin kuşlara olan bu yakın ilgisi ve onlara atfedilen kutsiyet İslam’la devam etmiştir. Sevr mağarasında Peygamberimiz ve sâdık arkadaşının bulunmalarına mani olan hayvanlardan biri güvercindir. Onun akrabası kumru, her nefeste “Hu hu!” diye Allah’ı zikreder. Bülbül İbrahim Aleyhisselam için kendini ateşe atmıştır. İşte bu yüzden öldürülmeleri, etlerinin yenmesi günah sayılmış, yuvalarının bozulması hoş karşılanmamıştır. Türkiye’ye gelen yabancı seyyahlar yazdıkları mektup veya seyahatnamelerde Türklerin kuş sevgisinden bahseder. Parisli seyyah Thevenot seyahatnamesinde: “..Onların iyilikseverliği hayvanlara ve bu arada kuşlara kadar ulaşır; her gün birçok kimse pazarlara kuş satın almaya gider ve bunları serbest bırakırlar. Söylediklerine göre kuşların ruhları, kıyamet gününde Tanrı huzurunda onların iyiliklerine şahitlik edeceklerdir.”[2] demektedir.
İnsanî değerler ve merhametin sadece insanlığa has bir imtiyaz değil, bütün yaratılmışlara gösterilmesi gereken bir haslet olduğunun Türkler tarafından nasıl kavrandığını tarihteki hayvan hastaneleri, vakıflar, mezartaşı ve sebillerdeki suluklar ve nihayet kuşevleriyle görmek mümkündür.
Merhamet, zarafet ve kutsiyetin abideleri olarak kuşevleri, hem mimarî vasıfları hem de fonksiyonları açısından birer şaheserdirler. Mazisi 13.-14. yüzyıllara kadar dayandırılabilecek bu yapılar, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Van’dan Kavala Selanik ve Girokastra’ya kadar uzanan topraklarda çeşitli şekillerde sergilenmiştir.[3]
Serçe, güvercin, saka, kırlangıç, leylek, kumru gibi kuşların barınabilmesi amacıyla yapılmış bu küçük mimari yapılar, adeta bir maket biçiminde olup “kuş köşkü, güvercinlik, serçesaray, güvercinsarayı” gibi çeşitli isimlerle anılmaktaydı.
Kuşevlerini iki sınıfa ayırabiliriz: İlki taş veya almaşık duvar etine oyulan yuvalar ve odacıklar veya tuğlaları çeşitli yönlere oturtarak yapılmış hücreler şeklindedir. Küçük kemerlerle girişi sağlanan gözleri vardır.[4] Bunlar dışardan bakıldığında sıradan bir oyuk veya delikten ibaret görünür. Topkapı Sarayı avlu duvarı, Atik Ali Paşa, Süleymaniye, Sultanahmet camii gibi büyük camilerde ve daha pek çok tarihi yapıda bu kuşevlerine rastlamak mümkündür.
İkincisi ise duvar etine giydirilen, monte edilen, bir konsol üzerine oturtulmuş kûfeki taşı, ahşap, mermer, tuğla, sıva gibi malzemelerle ve değişik mimari tekniklerle yapılmış minyatür yapılardır. Bunlar, cumbalı, kemerli kapı, merdiven, kafesli veya vitray pencereleri olan, balkon veya etrafını saran revaklarıyla, kubbe veya çatıyla örtülmüş küçük birer köşk hatta saray şeklindedir. Türk konut mimarisinin en güzel belgelerinden biri olan bu tarz kuşevleri sanat tarihçileri tarafından “heykel sanatına yaklaşan tasarımlar”[5] olarak görülmektedir.
Başta hanlar olmak üzere, cami, medrese, kütüphane, mescit, darphane, çarşı, imaret, minare, saray, türbe, köprü, mumhane gibi pek çok yapıyı süsleyen kuşevleri, binaların en çok güneş alan, sert ve soğuk rüzgârlardan mahfuz cephelerine, insan elinin veya kedi, köpek gibi hayvanların erişemeyecekleri yükseklikteki emniyetli yerlerine yerleştirilmiş; yağmurdan ve kardan korunmaları için geniş saçakların veya büyük profilli kornişlerin, konsolların altları tercih edilmiştir.[6] Böylece kuşlar, yuvalarında emniyet içinde barınırken, hava şartlarının olumsuz etkilerinden de korunmuş olmaktaydı.
İkinci grup kuşevleriyle ilgili saydığımız bütün mimari ünite ve detaylar farklı yapılarda, farklı özellikler göstermektedir.
İstanbul’un kuşevleri açısından en zengin ilçesi şüphesiz Üsküdar’dır. Üsküdar meydanından hareketle güneyde Gülnuş Valide Sultan (Yeni Valide Sultan) Camii (1120-1122) avlusuna girdiğimizde, kuzeydoğu ve güneybatı köşesindeki kuşevleri insanı adeta büyüler. İkişer minareyle cami formunda tasarlanmış, pencereleri vitraylarla süslenmiş, kubbeli olan bu köşkler, ince birer sanat eseri olmalarının yanında hem kubbeler diyarı Üsküdar’ı, hem de camii yaptıran Gülnuş Valide Sultanın kadın zarafetini remzeden güzelliktedirler.
Biraz yukarı Salacak’a doğru çıkıldığında Sultan III. Mustafa tarafından yaptırılan Ayazma Camii (1760-1761) kuşevleri bize ikinci bir göz zevkini yaşatacaktır. Burada bir hayli kuşevi bulunmakta olup, bunlardan bilhassa güney ve batı cephesindeki külliye formunda tasarlanmış olanları görülmeye değerdir.
Harem’e doğru Selimiye Kışlasının hemen yanında bulunan Selimiye Camii’nin (1804) güney cephesinde bulunan ve kufeki taşından yapılmış kuşevleri yuvarlak hatlarıyla zarif birer köşkü andırmaktadırlar.
Avrupa yakasında çok bilinen bir yerde olduğu halde, çoğunlukla gözden kaçan iki kuşevi, İstiklal Caddesi girişinin solunda yer alan Taksim Maksem’i (1732) üzerinde yer almaktadır. Kûfeki taşından yapılmış bu iki kuşevi küçük farklar taşımakla birlikte benzer özelliklerde simetrik yapılardır.
Göz önünde olduğu halde pek çoğumuzun dikkatten kaçmış bir diğer güzel kuşevi Laleli Ordu Caddesi üzerindeki III. Selim ve III. Mustafa Türbelerinin caddeye bakan cephesindeki sütunlarda bulunmaktadır. Biri mescit şeklinde tasarlanmış bu iki serçesarayını tramvayla geçerken bile görmeniz mümkün.
Beyazıt’a doğru ilerlediğimizde Edebiyat fakültesi yanındaki Seyyit Hasan Paşa Medresesi’nin (1745) güney yönünde, minareleri, balkon ve merdivenleri, baş aşağı kubbesi, pencere vitraylarıyla hayâl mimarînin ve kendi tarzının en güzel eserlerinden biri olan cami formundaki kuşevini görebiliriz.
İstanbul’daki kuşevleri içinde belki de en özgün ve ihtişamlı olanı Gülhane’de Darphane-i Amire Damga Matbaası iç avlusunda bulunan köşk şeklindeki kuşevidir. Bodrumuyla birlikte dört katlı tasarlanmış bu kuşevi, balkon korkulukları, kule biçimindeki üst katı, külahları, merdiven ve vitraylarına kadar çok ince bir işçiliğin ürünüdür.
Fatih’te, Millet Kütüphanesi olarak bilinen ve asıl adı Feyzullah Efendi Medresesi (1700) olan yapının duvarındaki kuşevlerinden biri kısmen yıkılmış olmasına rağmen, kubbe, balkon ve kemerleriyle kuşevi yapılarının içinde önemli bir yer tutmaktadır.
Bu saydığımız kuşevlerinin dışında Eyüp Sultan Camii, Fatih’te Fatih ve Bali Paşa Camileriyle Süleyman Halife Sıbyan Mektebi, Beyazıt’ta Kara Mustafa Paşa Medresesi, Saraçhane’de Amcazade Hüseyin Paşa Sıbyan Mektebi, Laleli Taşhanı, Tahtakale’de Büyük Yeni Han, Karaköy’de Bereketzade Medresesi kuşevleri görülmeye değerdir.
İstanbul’daki serüveni 16. yüzyılda başlayıp, zamanla kâgir yapıların duvarlarına oturtulmuş ve giderek daha ince formlarla zenginleştirilmiş kuşevleri, 18. yüzyılda en parlak devrini yaşamış, 20. yüzyılın ortalarından itibaren modernleşen, ilgi ve öncelikleri, sanat zevki değişmeye başlayan şehri hayatı içinde unutulmuştur. Bugün pek çoğu bakımsızlıktan yok olmaya yüz tutmuş bu minyatür şaheserler, İstanbulluluk bilinci ve Türk geleneğindeki kuş sevgisinin bir göstergesi olarak, yeniden değerlendirme ve en azından fark edilmeye muhtaçtır.

23 Nisan 2012 Pazartesi


Medine'de Peygambere yakarış!

Kutlu Doğum haftası münasebetiyle bir şeyler yazmayı düşünmüştüm umre seferine çıkmadan önce. Nasip olmadı. Fakat şükür ki Rabbim uzaklardan Yeşil Kubbe’ye el sallamak yerine gelip onun eşiğini öpmeyi nasip etti.
 
 
Sevgili dostum BesTur sahibi Nihat Abalıoğluna ve aziz kardeşim Said Özadalı’ya minnet borçluyum. Bizi davet ettiler. Sizin dualarınızla kendimi burada, gülzar-ı resul olan Medine’de buldum. Ne mutlu bana!
Çünkü orada yazmayı planladığım yazıyı şimdi burada kutlu Nebinin nurani/ruhani huzurunda yazmak nasip oldu!
Fakat yazık ki huzur-ı Nebiye varmaya yüzüm yok. O yüzden de mümkün mertebe mesafeli durarak Mescidin şurasında burasında bulunarak, bazen dışarıya çıkıp yeşil kubbenin karşısında mecnunlar gibi divan durarak kendimi ona göstermeye, ‘ben de burdayım ya Rasullah’ demeye çalışıyorum.
Yüzüm tutmuyor, gidip parmaklıklara yapışayım. Yarı imanım, günahlarım, kalbi marazlarım, tereddütlerim ve hepimizde az çok var olan -hiç de bir mümine yakışmayan- idare-i maslahatçılıklarım yüzünden cesaretim yok görünmeye. Ama biliyorum ki o, orada bulunanlardan haberdardır. Ona o hak verilmiş. Her bir ziyaretçisini tanır, hatırlar. Eğer kalbiniz huşyar ise zaten bunu siz de hissedebiliyorsunuz. Bilmeseniz de görmeseniz de, o, duyuşlarla, tesadüfmüş gibi görünen dokunuşlarla, hiç tanımadığınız bir yüzde samimi bir gülüşle sizden haberdar olduğunu hissettiriyor.
Daha önceki gelişlerimin birinde dersimi aldığım için, parmaklıklara yanaşmıyorum. Mümkün mertebe uzaklardan geçerek ama utanarak ve yüreği yanarak geçiyorum. Çükü onun ümmetine duyduğu sevgi ve şefkatin zerre karşılığı yok yüreğimde, yazık ki.
O yüzden de o koridordan, ancak her seferinde sadaka vererek geçmeyi deniyorum. Ve keza sadaka vermeden gidip  ‘Cennetten bir köşedir’ dediği mescidinde oturmuyorum. Belki kusurlarımızı öyle örtebilirim diye…
Ne güzel, onun huzuruna varmak için illa da bir yüreği sevindirme zorunluluğu. Ayet öyle buyuruyor çünkü. Onun huzuruna girmek için önce sadaka vermek, bir yürük kazanmak gerekiyor.
Buralarda kutlu doğum haftaları yok. Gerek de yok! O her saniye, birebir yürekte yeniden doğuyor burada! Herkes yeniden onun aydınlığı ile gün yüzüne çıkıyor.
İnsan adeta gaybı test ediyor. Gaybın ‘gıyab’ olmadığını anlıyor. ‘İhsan’ nimetini bire bir yaşıyor. Ne demişti Cebrail ‘ihsan’ın ne olduğunu Resulullah (asv)’a anlatırken: “İhsan, O’nu görüyormuşçasına ibadet etmektir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O, seni görüyor”.
Evet, gerçekten görüldüğünüzü, izlendiğinizi, bilindiğinizi, orada olduğunuzun bildiğini hissediyorsunuz…
Nasıl bilmesin, nasıl sizden haberdar olmasın? Salâvatınızdan, sevginizden, duanızdan haberdar edilmemesi mümkün mü?
O ki âlemlerin efendisidir. Rahmet olarak gönderilmiştir. Çünkü o Âlemlerin yaratıcısını bize tarif eden, duyuran, delillerin en belîği, en açık konuşanıdır!
Bir Yaratıcının var olduğunu, var olması gerektiğini bize bildiren ispat eden üç büyük delil vardır. Biri ve ilki şu büyük Kainat Kitabıdır. Diğeri onun tefsiri olan Kura’an’dır. Ve biri de o kainat kitabının ‘ayetül kübrası’ olan andelib-i bağ-ı cinan olan Hz. Muhammed Mustafa(asv)’dır.
O, hem bu kâinat kitabının en büyük ayeti, hem nübüvvet divanının mührü, hem Esma-ı ilahiye hazinelerinin anahtarıdır.
O öyle bir Zattır ki, maneviyatı bütün dünyayı bir mescide çevirmiştir. Yeryüzü adeta onun Mescid-i Aksa’sı, Mekke mihrabı, Medine ise minberidir.  İnananlığın çıkardığı en büyük rehber, Beni Âdemin en meşhur hatibi; insanların Âlemlerin Rabbi huzurundaki tercümanı ve şefaatçisidir ki, insanlığa mutluluk ve huzur prensiplerini dikte ediyor.
O aynı zamanda peygamberlerin reisidir. Tüm peygamberler onun sayesinde hüccet buldular ve varlıkları kabul gördü. Onun getirdiği Kitap sayesinde, geçmiş tüm ilahi metinler insanlık nazarında kabule şayan oldu. Sadece ilahi metinlerde bahsi geçen, hiç biri kendi dönemlerinin tarihi vesikalarına geçmemiş olan bütün peygamberler, onun sayesinde ‘maruf’ ve ‘Meşhur’ hale geldiler. Onun getirdiği din, bütün dinlerin esaslarını ihtiva ediyor çünkü.
Adeta, gelmiş geçmiş peygamberlerin gösterdiği mucizeler ve Yaratıcı adına sergilediği deliller onun peygamberliğinin birer tasdik edicisi oldular. O gelmeseydi onlar dahi bugün kaybolup gitmiş olacaklardı.
O (asv), aynı zamanda bütün evliyanın başıdır. Risaletinin aydınlığı ve ışığıyla, onları hem aydınlatıyor hem yol gösteriyor… Öyle bir zikir halkası açmış ki yıldızlar dahi o halkada nebiler ve evliyalar ile devrana girmek için can atıyor.
Varlığıyla yeryüzünde öyle bir cazibe merkezi, öyle bir mihver var etmiş ki insanlık, meczup kelebekler gibi onun muhabbet ışığına doğru koşuyor.
O, öyle bir nurani ağaçtır ki, geçmiş peygamberler onun damar ve kökleri, evliyaullah ise onun dal, budak ve meyveleri olmuşlar. O bütün iyi ruhları kendisine çekiyor. Diri hiçbir kalb, onun çağrısına bigâne kalamıyor…
Nasıl ki peygamberler mucizeleriyle, evliyalar kerametleriyle onun davasını tasdik ediyorlar. Şu temiz ruhlar da ona (asv) koşarak, davasını tasdik ediyorlar. “Onun dediği bizim dediğimizdir, onun istediği bizim istediğimizdir, onun davası bizim davamızdır. O ne ki söylemiş biz onu tasdik ediyoruz. O ne ki istemiş biz de onu istiyoruz” diyorlar.
Onun davasını ispat ediyor ve arkasında duruyorlar. İşte 1400 sene geçtiği halde, onun davası, değil zayıflamak, her gün biraz daha kuvvet buluyor. Bugüne kadar ona karşı tok davrananlar da artık onun getirdiği huzura, güvene ve barışa muhtaç olduklarının hissetmeye başlamışlar.
Dünya muzdarip, dünya huzursuz, dünya acılar içinde. Huzurunu arıyor, barışını arıyor, selametini arıyor, akan gözyaşlarını silecek eller arıyor.
Bakın dünya iklimlerine, onun etrafına yaydığı ışıktan daha aydınlık, daha huzur verici, daha güvenilir hangi iklim, hangi ufuk hangi var? Hangi omuz, onunki kadar güven verici?
Çağdaş bir medeniyet kuracağız diye yola çıkanların insanlığa armağanı, büyük bir ihtiras, derin bir travma, iki savaşta toplam 65 milyon insanın hunharca katledilmesi ve sonunda, yarı nüfusundan fazlası ruh hastası olmuş bir dünya oldu! Keza dmokrasi ve barış getireceğiz diyenlerin insanlığa  acı ve gözyaşından başka bir armağanları olmadı.
Bugün insanlık, tevhidi kaybetmiştir, Rabbini kaybetmiştir, huzurunu kaybetmiştir, sağlığını kaybetmiştir, çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını; hâsılı insanlığını kaybetmiştir. İnsanlığı yeniden Rabbi ile buluşturacak yegâne şey, onun getirdiği Tevhid anlayışıdır.
Şu mescidin etrafında halkalanın şu insanlara bir bakın. Kim eksik burada? Hintli mi yok, Çinli mi yok, Japon mu yok, Rus mu yok, Sılav mı yok, Boşnak, Abaza, Fransız, Alman, İngiliz mi yok? Sarı tenliden kızıl endamlıya, beyaz deriliden kara donluya, simsiyah kömürden pespembe tenliye varıncaya kadar her ırktan, her iklimden, her kıtadan insanlar harmanlanmış Onun huzur veren ikliminde! Onun en büyük davası olan Tevhid’e koşuyorlar. “Arab’ın Acem’e, beyazın siyaha rüçhaniyeti yoktur. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız ve Adem topraktandır. Rabbiniz bir, atanız bir, kıbleniz bir… Bu kadar birler ve birliktelikler varken ayrılık niye?” diyor. “Allah katında üstünlük ‘takva’ iledir” diye ferman ediyor.
İşte şu Mescid ve etrafındaki renkler, o iddianın ne kadar hak ve hakikat olduğunun en büyük delilidir. İnsanlık adeta şu  Mescidin çatısının altında bir satr-ı nurani gibi dizilmiş… Saf tutmuş, omuz ouza vermiş. Onun huzurunda bir araya gelmiş, ‘Biz de seni tasdik ediyouz, ey güzeller güzeli Nebi’ diyorlar. Her dilden avazlarla onun davası gök kubbeyi dolduracak şekilde terennüm ediliyor…
Evet Ya Rasullaah, biz de tasdik ediyoruz, sen hak söylemişsin. Ne ki söyledin haktır, ne ki vaad ettin haktır, ne ki talep ettin haktır. İşte biz de senin davetine "lebbeyk" dedik, illerimizi, ellerimizi, yurtlarımız, evimizi barkımızı, çocuklarımızı bırakarak, çağrına uyarak huzuruna geldik. Bizi boş çevirme. Çok uzaklardan geldik. Bugün yarın yeniden yurtlarımıza döneceğiz. Göğsümüzü, kalbimizi senin muhabbetinle doldurduk. Bedenimiz gidecek amma kalbimiz, aşkımız, hatıramız burada kalacak. Ey nebi bizi de defterine yaz. Seni sevmemize izin ver.
İşlediğimiz günahlar sebebiyle yüreklerimiz taşlaşmış olabilir. Göz pınarlarımız kurumuş olabilir, ağlamayı unutmuş, edebimizi kaybetmiş olabiliriz. Ama işte buradayız. Nefsimizi sürükleyerek de olsa senin huzuruna getirdik. Ey güzeller güzeli Nebi, yüreğinin şavkından bizi de nasip-dar et. Bizi yeniden nefsimizin insafına bırakma. Bizi tut. Bizi kendine al. Sende ve seninle kalalım ebediyen!
Binler binler selam olsun ey nebi!

  Mehmet Ali BulutHaber 7

25 Şubat 2012 Cumartesi

33. YILINDA İRAN DEVRİMİ


Milli Gazete - 14 Şubat 2012


Geçtiğimiz Pazar günü İran Devrimi'nin 33. yıldönümüydü. Humeyni'nin İran'a döndüğü gün doğan çocuklar bugün orta yaşlarda seyrediyor. O günden bu güne İran neler yaptı; küresel ve bölgesel oluşum ve gelişmeler bağlamında nerede konumlandı, İslam Dünyası'yla ilişkileri nasıl bir seyir izledi?...

Soruları artırdıkça bu yazının boyutlarını kat kat aşacak alanlara gireceğiz ister istemez. Ancak kuşbakışı baktığımızda ana hatları itibariyle şunları söyleyebiliriz:

İran'da devrim gerçekleştiğinde İslam Dünyasında "Müslümanlar bakımından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı" düşüncesiyle yepyeni bir heyecan, umut, kardeşlik dalgası oluştu. Türkiye dahil, İslam Dünyası'nın hemen her yerinde –bilhassa gençler arasında– mezhep değiştirip Ca'feriyye-İmamiyye mezhebine geçenler oldu. Bugünkü gibi kimsenin propaganda yapmasına gerek olmadan, kendiliğinden gerçekleşen şeylerdi bunlar. İslam Dünyası, Soğuk Savaş sürecinin getirdiği düşünce ve algı kalıpları içinde dünyanın iki kutbundan birine sığınmak zorunda olmadığı, üçüncü bir kutup olarak kendi ayakları üstünde pekala durabileceği, hatta "müstekbirler" karşısında "mustaz'aflar"ın sığınma adresi olabileceği hissine kapıldı ki, bunlar gerçekten aşılması hayli zor psikolojik eşiklerdi. Dirayet, cesaret ve iyi niyetle yönetilecek bir işbirliği ve hatta "beraberlik" süreci, İslam Ümmeti'ni yekvücut olarak yepyeni bir güç yapabilirdi ve buradan oluşacak muazzam enerji, dünyanın çehresini değiştirebilirdi.

Ancak zaman içinde İran, İslam Dünyası'nda "Ümmet şuuru"nun, "vahdet"in, dayanışmanın yerleşmesine, insanlığın kanını iliğini emen sömürgenlere karşı hak ve hakikatin gür sesini birlikte haykırmaya değil, kendi mezhep ve ideolojisinin İslam Dünyası'na ihracına matuf bir niyet taşıdığını ortaya koymaya başladı. İçeride akla zarar bir "Sünnî avı" sürerken, dünyaya dönük politikalarında İslam Dünyası'nın birlik-beraberliğini pekiştirecek ve bu anlamda yeni bir dengenin kurulmasına hizmet edecek yapılanmalar yerine, Rusya-Çin-Hindistan blokuna yaslanarak Batı karşıtı söylemlerle kendisine alan açmayı tercih etti. İslam Dünyası'na dönük politikalarda görülense, İsrail karşıtı ve fakat altı boş söylemlerle prestij oluşturma üzerine kurulu bir tavır…

Üstelik İran'ın, Batı karşıtı söylemlerinin keskinliğiyle mütenasip bir pratik ortaya koyduğunu söylemek de mümkün değil. Afganistan ve Irak işgallerinde "Ümmet'in birliği" söylemiyle hiçbir şekilde izah edilemeyecek bir makyavelizm gördük İran'dan. Bunun başka bir izahı var mıdır gerçekten? "Bosna, Çeçenistan, Doğu Türkistan… gibi bu ümmetin kanayan yaralarında İran hangi derde deva adımı attı? Daha dün Gazze İsrail bombalarıyla, kimyasal ve biyolojik silahlarıyla yerle bir edilirken İran ne yaptı" gibi soruların cevabı İran bakımından hiç de iç açıcı değil. Aynı makyavelist tavrı şimdilerde Suriye bağlamında müşahede ediyoruz. Orada kelimenin tam anlamıyla oluk oluk kan akarken İran, sırf Sünnî karakterli bir ayaklanma söz konusu diye zalim Esed yönetiminin hunharca katlettiği mazlumları "Amerikan ajanları"? olarak damgalayabiliyor!..

Geldiğimiz noktada uluslar arası arenada sırtını Rusya-Çin-Hindistan bloğuna yaslamış, buna mukabil İslam Dünyası'nda –devletler nezdinde– kendisini giderek tam bir yalnızlığa mahkûm etmiş, Ümmet'le ilişkisi ise İmamiyye mezhebinin ihracına dönük politikalardan ibaret olan, kadim arızaları zirve yapmış bir İran söz konusu ne yazık ki!..

Bunları söylerken İran yanlısı çevrelerden "Türkiye de şurada şunu yapmadı mı" veya "Arap ülkelerinin şu şu politikaları bu söylediklerinizle çok mu örtüşüyor" tarzında itirazlar alıyorum. Oysa bu tarz bir savunmanın konuyu manipüle etmekten başka bir anlamı yok. Ben bütün bu tenkitleri dillendirirken ne Türkiye'nin ne de Arap aleminin izlediği politikaları referans alıyorum. Söylediğim, İran'ın, söyledikleriyle yaptıkları arasında onmaz bir çelişki bulunduğu.

MÜSLÜMAN KANI NE KADAR UCUZ!


Milli Gazete - 30 Mayıs 2011


Efendimiz (s.a.v) bir gün Kâbe-i Muazzama’ya bakarak, “Sen ne büyüksün! Hürmetin ne kadar büyük! Ama nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun mü’minin Allah katındaki hürmeti senin hürmetinden daha büyüktür!..” buyurmuştu.[1]

Allah korusun, Beytullah’a bir saldırı vaki olsa İslam Dünyası’nda yer yerinden oynamaz mı? Ama Allah Teala katındaki değeri ondan daha büyük olan mü’minlerden her gün yüzlercesi katlediliyor; ama Ümmet-i Muhammed’in kılı kıpırdamıyor!..

1983 Şubat’ında Suriye diktatörü Hafız Esed, Müslüman Kardeşler’e yönelik büyük bir katliam gerçekleştirdi. Hama’da 40 bin, Suriye genelinde ise 70 bin insan katledildi. Hiçbir şey yapamadık.

Şimdi yıl 2011 ve Suriye’de yeni bir katliam yaşanıyor. Bu defa sahnede oğul Esed var. Arap dünyasını saran gösteri ve ayaklanmalar ilk başladığında Suriye halkında herhangi bir hareketlilik görülmedi. Suriyeliler soğukkanlı tavırlarını muhafaza ederek Beşşar Esed’in vaatlerini gerçekleştirmesini beklemeye devam ettiler.

Ancak ne yıllardır vaat edilen reformları hayata geçirmeye dönük ciddi bir adım, ne de halkla barışık bir yönetim anlayışının izleri görüldü. Ve sonrası malum…

Esed ailesinin fertleri, ensesinde boza pişirdikleri Suriye halkının kanını akıtmakta, çoluk-çocuk demeden katliam yapmakta tereddüt göstermedi, göstermiyor. Suriye’den ardı ardına katliam haberleri geliyor. Sokaklara silahlı milisler hakim. Halka ateş açmayı reddeden askerler bile bu milis güçleri tarafından hunharca taranıyor. İşte o mesajlardan biri:

“… Daha düne kadar orada eğitimine devam eden fakat bu musibetler dolayısıyla eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalıp dönen bir arkadaşım var. Kendisinin anlattıkları inanılır gibi değil. Aynı zamanda orada bulunan Türk ve Suriyeli arkadaşlarımın mailleri ve bize olan sitemleri uykumuzu kaçıracak cinsten. İnanınız ki insan cesetleri sokak ortalarında durur vaziyette. Her bir yürüyüş ve eylemde üst katlara tırmanmış kanaslar insanları küçük büyük genç yaşlı demeden öldürmekteler. Der'a, Hums, Hama vd. yerlerde Şam'da dahil olmak üzere tam bir kaos yaşanmakta. Ekmek almaya giden çocuk öldürülmekte, kardeşi için merakta kalıp sokağa kardeşini aramaya çıkan abi de yerde kanlı bir meyyite dönmekte. Irak'tan izlediğimiz görüntülerin ötesinde "vallahi ötesinde" bir arbede yaşanmakta. Çok uzaklarda ve yabancı diyarlarda değil benim ve senin daha dün sokaklarında dolaştığımız mekanlar, Kur'an'da "mübarek kılınan etraf" diye anılan, hadisi şerif'de "fitne zamanı kendisine sığınmamız istenen" ve biz Osmanlı'nın dilinde "Şam-ı Şerif" olan topraklar kan revan içinde... Kendilerinden ders aldığım çok kıymetli hocalar ve telif, zikir, taatü amelle meşgul ulemanın hiçbirinin can güvenliği kalmamış durumda. insanlar Türkiye'den evet Türk halkından "Allah aşkına" diye yardım destek miting gösteri ve aksiyon beklemekte...”

Bu gücün “meşruiyet” kaynağı nedir?

Kendi halkını katledip, sonra da öldürdüğü avını filme çeken avcı edasıyla insanların kopmuş kafalarını, kollarını, bacaklarını cep telefonuyla kaydeden ruhsuz, bu gücü nereden alıyor? Onu orada tutan, Suriye halkının iradesi midir?..

Biraz da “iç muhasebe”:

“La Şiiyye la Sünniyye, vahde vahde İslamiyye” sloganı eşliğinde “Ümmet’in birliği” nutukları atan arkadaşlarımız, tarihten ders alma irade ve becerisini ne zaman gösterecek? Şu süreçte İran’ın tutumunu ve Hizbullah liderinin sözlerini Ümmet’in dikkatine sunacak ve olup bitenleri ciddi bir muhasebeye tabi tutacak takatiniz de mi kalmadı?

Irak’ta olup bitenlerden ders almadık; şimdi Suriye… Bu filmi daha ne kadar izleyeceğiz?

Yoksa başlığı “Sünnî kanı ne kadar ucuz” diye mi atmalıydım?

20 Şubat 2012 Pazartesi


Suriye Rejiminden Bir Komplo Daha



26/9/2011

Baas Partisine Bağlılık.

Komşu ülkemiz Suriye’de Baas rejimi boyunca halkın hükumetten çekmediği birşey kalmamış. Kendi fikrini savunamamış, kendi inancını rahatça yaşayamamış ve kendini ifade etme hakkı verilmemiş. Her vatandaş doğduğu andan beri Baas rejimine bağlı olmak zorunda. çocuklar okula girdiği zaman, okullara özel olarak Baas’ın bir kolu olan “Talae El-Baas” yani “Baas öncüleri” anlamına gelen organizasyona bağlılık yemini eder. okullarda her zaman Baas rejimi övülür, Esad ailesi övülür ve hükumetin yaptığı tüm siyasi yanlışlar doğru olarak gösterilir ya da hiç anlatılmaz. Mesela, Hafız Esad orduda görevliyken iktidar karşılığında İsrail’e Golan tepelerini vermişti. İsrail bu tepeleri teslim aldığında Suriye ordusu tarafından İsrail’e karşı bir kurşun bile sıkılmamış; fakat bu hiç bir zaman anlatılmaz. Ben de bir Suriyeli olarak orada iki yıl okumuştum ve aldığım eğitimde Osmanlı İmparatorluğu’nun Suriye’yi zalimce bir şekilde işgal ettiği ve Suriye halkına işkence ettiği anlatılır.

Eğitimden başka, devlet dairelerinde görev almak isteyen herhangi bir vatandaş Baas rejimine bağlılık yemini etmelidir. Ticaret yapmak isteyen her vatandaş mutlaka ve mutlaka, Suriye ekonomisini elinde tutan Beşar Esad’ın yeğeni olan Rami Mahluf’a ait şirketlerden biriyle ortak olarak çalışmalı. Ayrıca her işi halletmek için ödenmesi gerek rüşvetler, devlet dairelerindeki hırsızlıklar, dönen dolaplar…

Siyasi yönden ise ülkede aktif bir şekilde çalışan tek parti Baas partisidir. Bunun haricinde kurulan tüm siyasi partilerin daha doğrusu siyasi particiklerin ülkedeki çalışma alanı kısıtlıdır, ayrıca bu particikler de bir şekilde Baas partisine bağlıdır.

Baas partisine karşı düşüncelerini savunmak isteyenler ise tutuklanır ve aylarca hatta yıllarca hapishanelerde bırakılır ve muhakeme bile edilmez. Tutuklanan kişi hakkında bilgi almak isteyen ailesin-e ise herhangi bir bilgi verilmez.Bu 30 hatta 40 yıl bile sürebilir. Nitekim bunu yaşayan çok akrabalarım var. 1982 olaylarında tutuklanmış ve halen hapishanelerde olan akrabalarım var ve onlar hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Öldüğü ve ya yaşadığı hakkında bilgisi olmayan eşleri ne yapacaklarını bilmez.

1982 yılında Baas rejimine karşı ayaklanmak isteyen halka katliam uygulanmıştı. 2 milyon insan sınır dışı edilmişti ve şuan bunların sayısı 13 milyon. Evet 13 milyon Suriyeli dünyanın heryerinde yaşıyor ve kendi ülkelerine dönmeleri yasak.

İnsanlara zorla Esad’ı sevdikleri ve Baas rejimine bağlı oldukları söyletilir. Aksini söyleyen insan ise bir şekilde halkın içine iyice sızmış olan istihbarat aracılığıyla duyulur, tutuklanır ve işkence ettirilerek Baas’a bağlı olduğu söyletilir.

İşte Suriye’de yüzde 99 oy alan Baas Partisi başarısının sırrı...

Halk Tüm Bunlara Karşı Çıktı Fakat Faturası Kanlı Oldu

Tüm bu sıfatlara bürünmüş Esad ailesine ve bu özelliklere sahip olan Baas partisine bağlı kalmak istemeyen halkın bu rejime karşı eylemleri, mart ayında Dera’nın sokaklarında “Halkın isteği rejimin düşmesi” sloganlarını yazan çocukların tutuklanıp işkence edilmesiyle patlak verdi.

Halka karşı sokaklarda gösteriler yapan halka kanlı bir şekilde cevap verildi. Beşar Esad’ın kardeşi olan Mahir Esad’ın başında olduğu 4. Mekanize Tümeni Suriye’de gösteriler yapılan illerde şiddet saçtı. Bunun bilançosu mart olaylarından şimdiye kadar BM’nin verdiği resmi rakamlara göre 2700 ölü. Fakat bu olayların içerisinde olan ve olayların başından beri gösterileri organize eden, haberleri internet yoluyla dünyaya ileten Yerel Koordinasyon Komiteleri’nin verdiği rakama göre Suriye’de olaylar başladığından beri 10 bin insan hayatını kaybetmiştir. Ayrıca 10 binlerce insanın yaralı olduğu ve daha fazlasının da tutuklu olduğu belirtiliyor.

Tüm Bu Şiddete Rağmen Yine de Çekimserlik

Tüm bu anlattığım şiddete rağmen halen halkın büyük bir kısmı çekimser durumda. Özellikle Halep ve Şam illerinde. Bunun nedenlerinden biri, bu illerde halkın büyük bir kısmının ticaretle uğraşmasıdır. Nitekim başta belirtmiştim ki, Suriye’de ticaret yapmak isteyen herkes mutlaka hükumete bağlı olan şirketlerle ortak olarak çalışmalıdır. Bu yüzden hükumete karşı çıkan her tacir, işlerini kaybetmekten korkar.

Başka bir nedense yine başta belirttiğim, halkı Baas’a bağlı etme çalışmalarıdır. Nitekim olaylar başladıktan bir buçuk ay sonrasında başkentte rejime destek amaçlı bir gösteri düzenlenmişti ve çok büyük bir sayı elde edilmişti. Çok kalabalık olan bu gösteriye katılanların tamamının rejimi desteklediği sanılıyordu fakat gerçekte öyle değil. Tüm illerdeki devlet dairelerinde çalışanlar Baas’a bağlılık yemini olduğu için hepsine zorunlu katılım belgesi gönderilmişti ve hepsinin katılması zorunluydu.

Suriye’deki muhaliflerin son bir yılda kurdukları “Şam İnsan Hakları ve Demokratik Araştırmalar Merkezi” nin yaptığı araştırmaya göre 15 Mart’tan bu yana yüzde 85’i Baas rejimine karşı olan halkın sadece yüzde 35’i aktif olarak ya gösterilere çıktı, siyasi çalışmalarda bulundu ya da medya çalışmalarında bulundu. Yani yüzde 50’lik muhalif kesim, Baas rejimi kurulduğundan beri halkına saçtığı korkulardan dolayı tüm bu şiddete rağmen çekimser olmayı kabul etmiştir.

Baas Rejiminin Türkiye Üzerinden Oynadığı Oyun

Suriye halkı bu zorlu mücadelelerinde gerek hükumet bazında gerekse halk bazında tüm ülkelerden destek talep etti. Kimi ülkeler bu katliamı kınadı, kimileri sadece rejimi uyardı, kimileri rejimden yana durdu, bazı ülkeler ise bu kanlı uygulamalara desteğini esirgemedi.

Bazı ülkelerde ise halk, Suriye halkına destek için sokaklara dökülüp bu yardım talebine icabet etti. Örneğin burada, İstanbul’da her hafta Suriye Konsolosluğu’nun önünde eylemler yapıldı, bu katliam ve şiddet kınandı, Suriye halkına destek mesajları gönderildi.

Bu süreçte Arap ülkelerinden net bir destek bekleyen Suriye halkı bu desteği görememiştir. Tüm Arap ülkeleri sessizliği tercih etti; fakat Türkiye bu süreç boyunca gerek maddi olarak gerekse siyasi olarak Suriye halkına destek verdi. Bu tabloyu gören Suriye halkı tek güvencesinin Türkiye olduğunu gördü.

Bundan endişe duymaya başlayan Baas rejimi, bu güvenceyi karalamak için elinden geleni yaptı. Nitekim Suriye’den Türkiye’ye sığınan halkın kaldığı mülteci kamplarının içine kendi adamlarını sızdırarak Türkiye hakkında, kötü muamelere maruz kaldıkları, yemek verilmediği, çadırların kötü olduğu ve mültecilerin Türk görevliler tarafından rencide edildiği gibi çeşitli söylentiler çıkartmaya başladılar. Nitekim bunun son örneğini son günlerde duyduk. Yine Baas rejimine bağlı olan Suriye’nin tek haber ajansı SANA, Fatma isimli bir kadının mülteci kamplarında Türk görevliler tarafından tecavüze uğradığı haberini yayınlamıştı. Fakat bu haberin yalan olduğu ve tüm mülteci kamplarına sorulduktan sonra böyle bir kadının zaten mülteci kamplarında hiç olmadığı belirtildi.

Son zamanlarda da haber sitelerinde çok yer alan Hüseyin Harmuş olayıda aynı şekilde rejim tarafından uydurulan bir yalandı. Hüseyin Harmuş Suriye’nin ordusundan ayrılıp “Özgür Suriye Ordusu” nu kuran bir yarbay. Can güvenliği için Suriye’den çıkıp Hatay’a sığınmıştı fakat Suriye istihbaratı tarafından kaçırılıp Suriye’ye geri götürüldü. Ama bu olayı kullanmak isteyen Suriye rejimi, Türkiye’de hassas bir konu olan PKK’yı kullanarak, Türkiye’nin Hüseyin Harmuş’u 9 PKK’lı karşılığında teslim ettiğini belirtti. Fakat bu haberin gerçeklik payı yoktur.

Son olarak, Irak'a yük götürdükten sonra Suriye üzerinden Türkiye'ye döndüğünü belirten Türk tır şoförleri, komşu ülkede 5 ayrı noktada taşlı sopalı saldırıya uğradığını öne sürdüler ve bazı bölgelerde sivil kişiler tarafından durdurulduklarını belirttiler. Kendilerine Türk olup olmadıklarının sorulduğunu, Türk oldukları öğrenildiğinde, araçlara taş ve sopalarla saldırıldığını ve bu sırada da Türkiye’ye ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a hakaretler edildiğini belirttiler.

Bu olayda Baas rejimi kendi adamlarını gönderdi ve kendilerini muhalif olarak gösterdiler. Daha sonra Türkiye’ye hakaret ederek, Türklere ve Suriyelilere, Suriyelilerin Türkiye’ye hiç güveni kalmadığını göstermek istediler. Amaçları ise Suriye halkının Türkiye’ye olan güvenini ve Türkiye’nin Suriye halkına yardım çalışmalarını propaganda etmekti.

Türkiye ve Suriye halkının bu oyuna gelmemelerini temenni ediyorum...

Mohammad AKTA


Müslüman Katliamına Destek Olan “İran İslam Cumhuriyeti!”

www.yusufzengin.com

6/8/2011

Türkiye’de İran İslam devriminden kalma, İran’ı hala doğru okuyamayan bir nesil var ve bunlar İslami duyarlılıkla İran’ı savunmaya devam ediyorlar. İran’daki devrimin İslam’la pek alakasının kalmadığının, devrimin “İslam” tarafının tedavülden kalkıp,“devrim” tarafının bizdeki Kemalizm’e benzer otoriter bir rejim olarak sürdürülmeye çalışıldığının farkında değiller. İran’a dokunan yazı ve yorumlarda bazı “Kek Müslümanlar”[i] ümmet bilincinden girip İslam birliğinden çıkıyorlar ve İran’ı müdafaa yarışına giriyorlar. İran destekli son Suriye katliamlarına rağmen hala İran’ı müdafaa edenler olacak mı bilmiyorum. Şia propagandasına maruz kalanlara ve Şiilik eğilimi taşıyanlara sözüm yok. Ama ortalama ve samimi Sünni Müslümanlardan da bu ağa takılanlar ve İslam adına İran’ı müdafaa edenler az çıkmıyor.

30 yıl sonra Suriye ordusu Hama’da ve yeni bir katliama daha imza atıyor. Aylardır zalim Baasçı, Nusayri rejimi tarafından kuşatma altında tutulan Hama’ya dün tam teçhizatlı ordular girdiler ve şehri tekrar kana buladılar. Tanklar rastgele evlere, mahallelere ateş etti. İnsanlar kan revan içinde kaldı; yüzlerce ölü var. 21. Yüzyılda dünya ve Türkiye bu manzarayı sadece seyrediyor.

Hama’nın derdi ne?

Hama kökenlerinde Türkmenlik olan Araplaşmış samimi, Sünni duyarlı Müslümanların yaşadığı, zulme başkaldıran bir kent. Hama’lıların tek suçu Müslüman olmak, İslam’ı yaşamak ve %10’la %90’a hükmeden Esad diktatörlüğüne boyun eğmemek. Tanklar Hama’ya bu nedenle girdi. Rejime, orduya, devlete hükmeden Nusayriler (Nusayri, Nasara’dan “Hristiyancık” anlamına gelir) bu insanları başka değil, Müslüman oldukları ve zulme diklendikleri için öldürüyor. İslamcı(!) İran, Baasçı (Arap milliyetçisi, pozitivist, ateist) Suriye rejiminin arkasında siyaseten durmakla kalmıyor. Katliam yapan Suriye ordusuna bizzat ve aktif destek de veriyor.

Peki, bu nasıl bir İslamcılıktır?

Bu nasıl Müslümanlıktır?

Nusayri, ırkçı, İslam’la alakası olmayan bir rejim hangi İslam, hangi Müslümanlık adına desteklenebilir?

İran’ın yaptığı nedir?

İran’ın yaptığı bir mezhep dayanışmasıdır. Suriye, Ortadoğu’da İran’ın müttefikidir. Nusayrilerin Şia ile hatta İslam’la uzak-yakın bir alakası olmamasına rağmen, Suriye yönetimi İran yanında ve Şia ekseninde yer aldığından dolayı “İran İslam Cumhuriyeti!” Suriye diktatörlüğünün Müslümanlara karşı işlediği katliamlara göz yummanın ötesinde destek vermekte, kana ortak olmaktadır.

Başka?

İran’ın yaptığı Türkiye karşıtlığıdır. Türkiye’deki “Kek Müslümanların” basireti bu konuda bağlanmış olabilir; ancak İran, Türkiye söz konusu olduğunda Müslümanlığı, İslam’ı bir yana bırakır ve Türkiye’ye verebileceği zararın azamisini vermeye çalışır. Tarih buna şahittir. Türkiye, Suriye konusunda biraz sesini yükseltince, geçen aylarda bunu bir defa daha yakından görmüş; İran’ın tehdidine maruz kalmıştır. İran Suriye rejimiyle işbirliği yaparak Türkiye’yi kuşatmaktadır. Zira Irak Şiileşmiştir ve şu anda İran’ın tabii müttefikidir. Suriye ve Lübnan’ı da bu pakta kattığınızda Türkiye’nin doğudan ve güneyden İran tarafından kuşatıldığını görürsünüz. Ama ne hükümet, ne de “kek Müslümanlar” bunu görmeye hazır değillerdir. Türkiye’yi kuşatmak ve Türkiye’ye zarar vermek İran’ın temel, tarihi politikasıdır. Bu politikasını takiyye ile iyi perdelediğinden, bizimkilerde kandırılmaya hazır ve yatkın olduklarından İran’ın gerçek niyetleri devletlûlarımızca sezilememekte, gerekli tedbirler alınamamaktadır.

İran’ın bir başka derdi de Sünni karşıtlığıdır. İran İslam coğrafyasında Şii bir eksen oluşturmakla ve kendisine paktlar kurmakla meşguldür. Bu konuda İran ABD-İsrail’in desteğiyle ciddi mesafe almıştır; Irak Şiileşmiştir. Yüzde 90’ı Sünni olmasına rağmen Nusayri yönetimi sayesinde Suriye Şii eksende tutulmaktadır. İran Lübnan’da Hizbullah üzerinden etkinlik kurmaktadır. Pakistan ve Afganistan’da yine ABD-İsrail desteğiyle Şiiler ciddi mevzi ve üstünlük kazanmışlar, yönetimde etkin olmuşlardır. İran, batılılara, ecnebilere değil, ama Türkiye dâhil Müslümanlara Şii misyonerliği yapmaktadır. Batının tersinden katkısıyla İran, İslam dünyasında “batıya kafa tutan kahraman!” havasıyla sempati toplamakta, hızla (Müslümanlar arasında!) Şiiliği yaymaktadır.

Bu gün İran’ın İslam tarafı kalmamıştır. İçi boş, kof bir hale gelmiştir. Bizde Kemalizm ne kadar toplumsal tabana, desteğe sahipse, ne kadar etkinse İran’da İslam devrimi o kadar etkindir. Ama İran’ın yeni misyonu zaten İslam’ı yaymak filan değildir. İran’ın misyonu,“İslam” etiketini kullanarak Müslüman kitleler üzerindeki etkinliğini artırmak, Şiiliği yayarak siyasi güç ve hâkimiyet alanını genişletmektir.

İran’ın Suriye’de Müslüman kıyımına destek vermesini ancak bu pencereden bakarsanız anlamlandırabilirsiniz. İran, İslam rejimi deforme olduğu için bunu yapıyor değil. İran devrimi, başlangıcından itibaren sakat doğmuş, yukarıda saydığımız hedefler gözeterekyaptırılmış bir devrimdir. Zira daha devrimin 3. yılında, yani 1982 Hafız Esad’ın Hama-Humus’ta 60-80.000 Müslüman’ı katlettiği dönemde, İran, Suriye rejimine ses çıkarmamış, destek olmuştu. “İran sonradan değişti” argümanının altı boştur.

21. yüzyılda ateist, diktatör, Nusayri Suriye rejimi katliam yapıyor, kan akıtıyor. Bir İslam Cumhuriyeti olma ve İslam’ı yayma iddiasındaki İran bu katliama aktif destek veriyor. Bizim İran etkisinde kalmış, radikallik bulaşmış “İslamcı” aydınlar gözlerini yummayı, susmayı tercih ediyorlar.

Batının, miadı dolduğundan dolayı tedavülden kaldırdığı kuklası Kaddafi’ye “aslan” kesilen, İslamcı geçmişe sahip, dini duyarlılığı yüksek hükümetimiz, Başbakanımız, Esad’a karşı oldukça ılımlı ve olumlu yaklaşıyor.

İsrail’e kafa tutan AKP, Suriye’ye ve Suriye’deki katliama sırt dönüyor!….

Batı mı?

Onlar inançlı, Müslüman insanların kırılmasından, katledilmesinden ancak memnun olur. Sadece dünya kamuoyuna karşı bir şey yapıyor görünürler…