22 Aralık 2013 Pazar
2 Eylül 2013 Pazartesi
29 Ağustos 2013 Perşembe
Şahidiz Sen Kazandın Ey Şehit Esma....:(
ERDOĞAN'IN KIZIM İÇİN AĞLADIĞINI GÖRÜNCE
ESMA'NIN ŞEHADETİ EN AĞIR OLANIYDI
28 Ağustos 2013 Çarşamba
19 Ağustos 2013 Pazartesi
Düşme ...........
Düşme
"Düşersen bağımsızlığını ilan eder dostların
Görüş günlerin yasaklanır, gelenin gidenin olmaz
Bayram eder düşmanların düşme.
Düşünce bütün düşüncelerin değişir hayata dair...
Dostluk arkadaşlık aşk yeniden şekillenir beyninde düşme...
.......
Hayatın ve dostların vefasızlığını görünce
Yaralanır duyguların en derinden
Düşme...
........
Düştün mü ilk önce güvendiklerin vurur sırtından
Kimse bakmaz yüzüne işe yaramaz adam olursun
Bir bir uzaklaşır dostların senden
Tutacak dal bulamaz yorulursun düşme...
Düştün mü isyan edersin yaşadığın hayata
Gözyaşlarını dökersin her gece yastığa
Yılanın ne kadar masum kurdun suçsuz
Çakalın çakal olmadığını anlarsın ikiyüzlü insanları görünce
Düşme...
.........
Düşenin dünyada dostu yok imiş aman aman
Yok imiş ölem ölem
Düşme...
Düşünce sahili olmayan koca bir deniz olur dünya
Sığınacak bir liman bulamaz kaybolursun
İkiyüzlü düzenbazlar hüküm sürerken
Sen kederinden kahrolursun/ Düşme...
...........
Düştün mü... Başucunda bir tek anan olur
Gerisi yalan olur
İmdat demeye engel olur gururun düşme.
Kalıbı beş para etmez adamın söylediği sözler yaralanır olur
Düşme...
............
Düşersen maziye dalar gider gözlerin
Yazılmamış hikaye olursun
Düğümlenir boğazında kelimeler kederinden kahrolursun düşme...
Haddini de hesabını da bileceksin bugünlerde
Yoksa farkın kalmaz bu yolda gelip gidenlerden
Seni üzenleri hayatından sileceksin gerekirse
Düşme...
..............
En iyisi mi bir kurşun sık hayatının orta yerine
Barut izleri kalsın ellerinde
Ama sakın düşme...
Düşenin dünyada dostu yok imiş..."
8 Ekim 2012 Pazartesi
"Savaşa hayır" diyenleri güzellik yarışması jürisi önünde atılanlara benzeten Oğur, "Ne gerek var şimdi. Elâlemin derdi bizi niye geriyor. Erkektir döver de sever de. Aile kavgasında araya girilmez. Kendi kendilerine hallederler meselelerini, karışmak bize yakışmaz. Yatın hadi, olmadı yastığınızla kulaklarınızı kapatın. Az sonra nasıl olsa kesilir çığlık sesi" diyerek toplum vicdanını müstehzi bir dille eleştirdi.. İşte Oğur'un o yazısı:
MİSS TURKEY: SAVAŞA HAYIR
Sonda söyleyeceğimi, başta söyleyeyim: Eğer bir gün Türkiye Cumhuriyeti, İstanbul’un, Rize’nin Diyarbakır’ın mahallelerini jetlerle vurmaya başlarsa, her Cuma namazından sonra toplanan protestocu sivil kalabalıkların üzerine polis/ asker tanklarla, toplarla, sniper’larla ateş açarsa, Ankara Kalesi’ne yerleştirilen toplar Ulus’u bombalarsa, İzmir Kadifekale denizden savaş gemileriyle top ateşine tutulursa, yüzbinlerce insan Yunanistan’a, Bulgaristan’a kaçmak zorunda kalırsa, her gün yüzün üzerinde insanın ölümünün artık haber değeri bile kalmazsa lütfen dünya “bu onların iç işidir” demesin, milli egemenliğimizi, milli gururumuzu falan hiç düşünmesin, tuzu kurular savaşa hayır diye sloganlar atmasın ve meşruiyetini yitirmiş Türkiye Cumhuriyeti devletine daha büyük katliamlar yapmadan derhal haddi bildirilsin.
AYLARDIR ARAP ÇOCUKLARININ KATLEDİLMESİNE KARŞI ÇIKMAYANLAR...
1,5 yıldır bunların hepsini yapmış Esed’in kime isabet diye halkının üzerine fırlattığı bombalardan biri de Akçakale’de Timuçin ailesinin evinin üstüne düştü, 13 yaşındaki Fatma, 16 yaşındaki Ayşegül ve sekiz yaşındaki Zeynep, anneleri ve komşularıyla birlikte hayatını kaybetti, kardeşleri, kuzenleri ağır yaralandı. Aylardır Arap çocukların katledilmesi karşısında kılını kıpırdatmamışları, Urfalı çocukların öldürülmesi de pek heyecanlandırmadı. Onları bir anda ayağa kaldıran çocukları öldüren topların vurulması ve ardından Meclis’ten “Aman niyetimiz savaş değil” mahcubiyetiyle bir tezkere çıkarılması oldu.
PORTAKAL ÇİÇEĞİNDEKİ SAVAŞ İHTİMALİ İÇİN SEFERBER OLMAK
Aylardır “elâlemin çocuğunu” öldüren savaşa bir şey demeyenler, başkalarının çocuklarını öldürecek savaş ajitasyonuna başladılar. (Merak edilmesin. Suriye’ye kimse Muhteşem Yüzyıl’daki gibi sefere çıkmayacak. En fazla Bosna, Kosova, Libya’daki gibi havadan müdahale olur. Herhalde kısa dönem askerliğini jet pilotu olarak yapan da yoktur.) 1,5 yıldır komşuda süren savaşa dönüp bakmamışlar, portakal çiçeğindeki savaş ihtimali için seferber oldu. Buna da kısaca “savaşa hayır” dediler. Valla bu slogan 2003 1 martından itibaren Irak için, Lübnan için, Gazze için katıldığım onlarca mitingde bağırdığım, 2005’te Suriye işgal edilecek diye otobüsle desteğe gittiğimiz Şam’da elimde tuttuğum pankartta yazan “savaşa hayır” sloganına pek benzemiyor. Neye benzediğini anlatayım.
OSMAN PAMUKOĞLU VE YILMAZ ÖZDİL'İN AYNI ANDA KARŞI OLDUĞU ŞEY
Önce ne olur kimse bana memleketin savaş suçlusu adaylarından Osman Pamukoğlu’nun, ABD’nin Afganistan işgaline “Asil Kartallar” diye başlıklar atmış bir numaralı nefret suçu sanığı Yılmaz Özdil’in aynı anda karşı olduğu şeyin savaş olduğunu söylemesin. Kimse de, Irak’a Bush’la girmeyen hükümeti “Gariban Diplomasisi” diye aşağılayan Ertuğrul Özkök’ün “Araplar için ölmeye değer mi” kıvamındaki savaş karşıtlığından da utanmayıp Irak-Suriye benzetmeleri yapmasın.
SEDAT ERGİN BARIŞÇIL DIŞ POLİTİKA DERSLERİ VERMESİN
Ve ne olur 1998’de sınırlarımıza bir top mermisi bile düşmemişken, ülkeyi Öcalan için Suriye’yle savaşın eşiğine getiren politika için “Suriye'deki rejimin diplomasiden, iyi niyetten anlamadığı, ancak ‘güç’ karşısında hareket eden bir yapıda olduğu dikkate alınırsa, bu politikanın gerekliliği daha iyi anlaşılır” diye yazmış Sedat Ergin’den barışçıl dış politika, Enverizm ve sıfır sorun dersleri vermesin. Ortada birkaç “savaşa hayır” var ve bunların neredeyse hiçbir savaşa karşı değil.
BİRİNCİ SAVAŞA HAYIR NEDENİ: "AKP NE YAPARSA ONA HAYIR DEMEK"
Birinci “savaşa hayır”, aslında “AKP ne yaparsa ona hayır” demek. Birazcık kazısan altından “Türkiye laiktir, laik kalacak” bile çıkabilir. Bu savaş karşıtları Suriye’de olan bitene Türkiye iç siyaseti şablonlarıyla baktılar. İyi ki Miloseviç AKP iktidarında Bosna’da katliama girişmemişti. Yoksa emperyalistlerin parçalamaya çalıştığı Yugoslavya perspektifinden Srebrenica katliamını Aliya izzetbegoviç’in yapıp yapmadığını tartışıyorduk hâlâ. Ama galiba Boşnakların beyaz ve Batılı görünmeleri lehlerine olurdu. Kim inanır, bıyıksız, şapkalı Aliya’nın aslında İslamcı bir teorisyen olduğuna. Suriye için tüm klişeler yerli yerinde. Bir yanda çağdaş karısıyla alevi Esed, karşısında sakallı, çarşaflı dinciler. Neredeyse Suriye’nin Menemen isyanı bu.
NİŞANTAŞI STARBUCKS'TAN SAVAŞA HAYIR TWEET'İ ATMAK
İkinci savaş karşıtlığının motivasyonu “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sinizmi. “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” Kemalizmin en tutmuş ilkesi. Bu ilkenin yurttaki barıştan kastı için Dersim’e bakmak yeterli. Ama ilkenin ikinci kısmı memleketin kötü Enver Paşa hatıralarını hâlâ canlandırıyor. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” aslında dünyaya huysuz ve bencil bir teyze gibi bakmak demek. “Şimdi ne lüzumu var, başka işimiz mi kalmadı, bize ne, karışma başın ağrır, aman senin üzerine vazife mi, her k oyun kendi bacağından asılır” demek. Urfalı çocuklar ölürken, Nişantaşı Starbucks’tan “Savaşa Hayır” tweet’i atmak demek.
ÜÇÜNCÜ SAVAŞA HAYIR...
Üçüncü “savaşa hayır” da bunun hısımı. Bir kısım enternasyonalist solcunun, bir kısım ümmetçi İslamcının ve bir kısım dünya vatandaşı liberalin Westphalia düzenine, ulus-devlet sınırlarına sadakatini ortaya koydu bu “savaşa hayır”. Türkiye’de sadece devletin değil, toplumun da içe kapanmacılığını teşhir etti. Enver Paşa’nın emperyalist maceracılığıyla, biraz ötesinde bir diktatörün boğazladığı halka yardım etmek arasında bazı liberaller bile bir fark bulamadı. Sayıklamaya dönen “Bizi Suriye’ye sokmak isteyen” Marduklu emperyalist güçlerin kirli oyunlarına onlar bile gelmedi.
EN MAKULU..
Dördüncü “savaşa hayır”, “bu iş savaşla, müdahaleyle çözülmez ama Esed de gitmeli”cilerin “savaşa hayır”ı. Aralarında en makul görüneni. En sterili. Her gün tepelerinde jetler uçan Suriyelilerin herhalde en sinirlerini bozanı. Bosnalıların, Kosovalıların, Libyalıların bu gerekçeyle geciken müdahaleler yüzünden daha fazla ölmesinin nedeni. Srebrenica’nın esas katili. “O kadar kolay değil, yeterince ölmediniz, haydi biraz daha gayret bak sapanlarla düşürebilirsiniz jetleri” diye dalga geçeni. Savaş meydanında tam kılıcını çekmişken yüzüne tüküren düşmanı “Onu şimdi öldürürsem nefsim için öldürmüş olurum” diyerek bırakan Hz. Ali gibi Türkiye’nin kendi vatandaşları öldü diye Suriye’ye müdahale etmesinden yana değilim. O bombalar Suriyeli çocukların tepesinde düşerken Libya’da Fransa’nın yaptığını yapıp, uluslararası bir müdahaleye öncülük edebilecek bir ülke olabilseydik keşke. Ama değiliz. Bunu zorlamanın da bir âlemi yok.
ELALEMİN DERDİ BİZİ NİYE GERİYOR
Yani güzellik yarışması jürisi önünde atılanlara benzeyen “savaşa hayır” sloganlarına hiç lüzum yok. Savaş falan çıkamayacak. Kimsenin o kadar umurunda değil komşudan gelen çığlık sesleri. Hem o kadar bağırmadı ki kadın henüz. Kimse bir şey yapmayınca vicdanı el vermeyip gece vakti komşunun zilini çalan, camına bir taş atan hükümetimizin de elini tutmalıyız. Ne gerek var şimdi. Elâlemin derdi bizi niye geriyor. Erkektir döver de sever de. Aile kavgasında araya girilmez. Kendi kendilerine hallederler meselelerini, karışmak bize yakışmaz. Yatın hadi, olmadı yastığınızla kulaklarınızı kapatın. Az sonra nasıl olsa kesilir çığlık sesi.
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Serçe saraylar...
Zarafet ve Merhamet Abideleri SERÇE SARAYLAR*

14 Mayıs 2012 Pazartesi
5 Mayıs 2012 Cumartesi
23 Nisan 2012 Pazartesi
Medine'de Peygambere yakarış!
Kutlu Doğum haftası münasebetiyle bir şeyler yazmayı düşünmüştüm umre seferine çıkmadan önce. Nasip olmadı. Fakat şükür ki Rabbim uzaklardan Yeşil Kubbe’ye el sallamak yerine gelip onun eşiğini öpmeyi nasip etti.Çünkü orada yazmayı planladığım yazıyı şimdi burada kutlu Nebinin nurani/ruhani huzurunda yazmak nasip oldu!
Fakat yazık ki huzur-ı Nebiye varmaya yüzüm yok. O yüzden de mümkün mertebe mesafeli durarak Mescidin şurasında burasında bulunarak, bazen dışarıya çıkıp yeşil kubbenin karşısında mecnunlar gibi divan durarak kendimi ona göstermeye, ‘ben de burdayım ya Rasullah’ demeye çalışıyorum.
Yüzüm tutmuyor, gidip parmaklıklara yapışayım. Yarı imanım, günahlarım, kalbi marazlarım, tereddütlerim ve hepimizde az çok var olan -hiç de bir mümine yakışmayan- idare-i maslahatçılıklarım yüzünden cesaretim yok görünmeye. Ama biliyorum ki o, orada bulunanlardan haberdardır. Ona o hak verilmiş. Her bir ziyaretçisini tanır, hatırlar. Eğer kalbiniz huşyar ise zaten bunu siz de hissedebiliyorsunuz. Bilmeseniz de görmeseniz de, o, duyuşlarla, tesadüfmüş gibi görünen dokunuşlarla, hiç tanımadığınız bir yüzde samimi bir gülüşle sizden haberdar olduğunu hissettiriyor.
Daha önceki gelişlerimin birinde dersimi aldığım için, parmaklıklara yanaşmıyorum. Mümkün mertebe uzaklardan geçerek ama utanarak ve yüreği yanarak geçiyorum. Çükü onun ümmetine duyduğu sevgi ve şefkatin zerre karşılığı yok yüreğimde, yazık ki.
O yüzden de o koridordan, ancak her seferinde sadaka vererek geçmeyi deniyorum. Ve keza sadaka vermeden gidip ‘Cennetten bir köşedir’ dediği mescidinde oturmuyorum. Belki kusurlarımızı öyle örtebilirim diye…
Ne güzel, onun huzuruna varmak için illa da bir yüreği sevindirme zorunluluğu. Ayet öyle buyuruyor çünkü. Onun huzuruna girmek için önce sadaka vermek, bir yürük kazanmak gerekiyor.
Buralarda kutlu doğum haftaları yok. Gerek de yok! O her saniye, birebir yürekte yeniden doğuyor burada! Herkes yeniden onun aydınlığı ile gün yüzüne çıkıyor.
İnsan adeta gaybı test ediyor. Gaybın ‘gıyab’ olmadığını anlıyor. ‘İhsan’ nimetini bire bir yaşıyor. Ne demişti Cebrail ‘ihsan’ın ne olduğunu Resulullah (asv)’a anlatırken: “İhsan, O’nu görüyormuşçasına ibadet etmektir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O, seni görüyor”.
Evet, gerçekten görüldüğünüzü, izlendiğinizi, bilindiğinizi, orada olduğunuzun bildiğini hissediyorsunuz…
Nasıl bilmesin, nasıl sizden haberdar olmasın? Salâvatınızdan, sevginizden, duanızdan haberdar edilmemesi mümkün mü?
O ki âlemlerin efendisidir. Rahmet olarak gönderilmiştir. Çünkü o Âlemlerin yaratıcısını bize tarif eden, duyuran, delillerin en belîği, en açık konuşanıdır!
Bir Yaratıcının var olduğunu, var olması gerektiğini bize bildiren ispat eden üç büyük delil vardır. Biri ve ilki şu büyük Kainat Kitabıdır. Diğeri onun tefsiri olan Kura’an’dır. Ve biri de o kainat kitabının ‘ayetül kübrası’ olan andelib-i bağ-ı cinan olan Hz. Muhammed Mustafa(asv)’dır.
O, hem bu kâinat kitabının en büyük ayeti, hem nübüvvet divanının mührü, hem Esma-ı ilahiye hazinelerinin anahtarıdır.
O öyle bir Zattır ki, maneviyatı bütün dünyayı bir mescide çevirmiştir. Yeryüzü adeta onun Mescid-i Aksa’sı, Mekke mihrabı, Medine ise minberidir. İnananlığın çıkardığı en büyük rehber, Beni Âdemin en meşhur hatibi; insanların Âlemlerin Rabbi huzurundaki tercümanı ve şefaatçisidir ki, insanlığa mutluluk ve huzur prensiplerini dikte ediyor.
O aynı zamanda peygamberlerin reisidir. Tüm peygamberler onun sayesinde hüccet buldular ve varlıkları kabul gördü. Onun getirdiği Kitap sayesinde, geçmiş tüm ilahi metinler insanlık nazarında kabule şayan oldu. Sadece ilahi metinlerde bahsi geçen, hiç biri kendi dönemlerinin tarihi vesikalarına geçmemiş olan bütün peygamberler, onun sayesinde ‘maruf’ ve ‘Meşhur’ hale geldiler. Onun getirdiği din, bütün dinlerin esaslarını ihtiva ediyor çünkü.
Adeta, gelmiş geçmiş peygamberlerin gösterdiği mucizeler ve Yaratıcı adına sergilediği deliller onun peygamberliğinin birer tasdik edicisi oldular. O gelmeseydi onlar dahi bugün kaybolup gitmiş olacaklardı.
O (asv), aynı zamanda bütün evliyanın başıdır. Risaletinin aydınlığı ve ışığıyla, onları hem aydınlatıyor hem yol gösteriyor… Öyle bir zikir halkası açmış ki yıldızlar dahi o halkada nebiler ve evliyalar ile devrana girmek için can atıyor.
Varlığıyla yeryüzünde öyle bir cazibe merkezi, öyle bir mihver var etmiş ki insanlık, meczup kelebekler gibi onun muhabbet ışığına doğru koşuyor.
O, öyle bir nurani ağaçtır ki, geçmiş peygamberler onun damar ve kökleri, evliyaullah ise onun dal, budak ve meyveleri olmuşlar. O bütün iyi ruhları kendisine çekiyor. Diri hiçbir kalb, onun çağrısına bigâne kalamıyor…
Nasıl ki peygamberler mucizeleriyle, evliyalar kerametleriyle onun davasını tasdik ediyorlar. Şu temiz ruhlar da ona (asv) koşarak, davasını tasdik ediyorlar. “Onun dediği bizim dediğimizdir, onun istediği bizim istediğimizdir, onun davası bizim davamızdır. O ne ki söylemiş biz onu tasdik ediyoruz. O ne ki istemiş biz de onu istiyoruz” diyorlar.
Onun davasını ispat ediyor ve arkasında duruyorlar. İşte 1400 sene geçtiği halde, onun davası, değil zayıflamak, her gün biraz daha kuvvet buluyor. Bugüne kadar ona karşı tok davrananlar da artık onun getirdiği huzura, güvene ve barışa muhtaç olduklarının hissetmeye başlamışlar.
Dünya muzdarip, dünya huzursuz, dünya acılar içinde. Huzurunu arıyor, barışını arıyor, selametini arıyor, akan gözyaşlarını silecek eller arıyor.
Bakın dünya iklimlerine, onun etrafına yaydığı ışıktan daha aydınlık, daha huzur verici, daha güvenilir hangi iklim, hangi ufuk hangi var? Hangi omuz, onunki kadar güven verici?
Çağdaş bir medeniyet kuracağız diye yola çıkanların insanlığa armağanı, büyük bir ihtiras, derin bir travma, iki savaşta toplam 65 milyon insanın hunharca katledilmesi ve sonunda, yarı nüfusundan fazlası ruh hastası olmuş bir dünya oldu! Keza dmokrasi ve barış getireceğiz diyenlerin insanlığa acı ve gözyaşından başka bir armağanları olmadı.
Bugün insanlık, tevhidi kaybetmiştir, Rabbini kaybetmiştir, huzurunu kaybetmiştir, sağlığını kaybetmiştir, çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını; hâsılı insanlığını kaybetmiştir. İnsanlığı yeniden Rabbi ile buluşturacak yegâne şey, onun getirdiği Tevhid anlayışıdır.
Şu mescidin etrafında halkalanın şu insanlara bir bakın. Kim eksik burada? Hintli mi yok, Çinli mi yok, Japon mu yok, Rus mu yok, Sılav mı yok, Boşnak, Abaza, Fransız, Alman, İngiliz mi yok? Sarı tenliden kızıl endamlıya, beyaz deriliden kara donluya, simsiyah kömürden pespembe tenliye varıncaya kadar her ırktan, her iklimden, her kıtadan insanlar harmanlanmış Onun huzur veren ikliminde! Onun en büyük davası olan Tevhid’e koşuyorlar. “Arab’ın Acem’e, beyazın siyaha rüçhaniyeti yoktur. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız ve Adem topraktandır. Rabbiniz bir, atanız bir, kıbleniz bir… Bu kadar birler ve birliktelikler varken ayrılık niye?” diyor. “Allah katında üstünlük ‘takva’ iledir” diye ferman ediyor.
İşte şu Mescid ve etrafındaki renkler, o iddianın ne kadar hak ve hakikat olduğunun en büyük delilidir. İnsanlık adeta şu Mescidin çatısının altında bir satr-ı nurani gibi dizilmiş… Saf tutmuş, omuz ouza vermiş. Onun huzurunda bir araya gelmiş, ‘Biz de seni tasdik ediyouz, ey güzeller güzeli Nebi’ diyorlar. Her dilden avazlarla onun davası gök kubbeyi dolduracak şekilde terennüm ediliyor…
Evet Ya Rasullaah, biz de tasdik ediyoruz, sen hak söylemişsin. Ne ki söyledin haktır, ne ki vaad ettin haktır, ne ki talep ettin haktır. İşte biz de senin davetine "lebbeyk" dedik, illerimizi, ellerimizi, yurtlarımız, evimizi barkımızı, çocuklarımızı bırakarak, çağrına uyarak huzuruna geldik. Bizi boş çevirme. Çok uzaklardan geldik. Bugün yarın yeniden yurtlarımıza döneceğiz. Göğsümüzü, kalbimizi senin muhabbetinle doldurduk. Bedenimiz gidecek amma kalbimiz, aşkımız, hatıramız burada kalacak. Ey nebi bizi de defterine yaz. Seni sevmemize izin ver.
İşlediğimiz günahlar sebebiyle yüreklerimiz taşlaşmış olabilir. Göz pınarlarımız kurumuş olabilir, ağlamayı unutmuş, edebimizi kaybetmiş olabiliriz. Ama işte buradayız. Nefsimizi sürükleyerek de olsa senin huzuruna getirdik. Ey güzeller güzeli Nebi, yüreğinin şavkından bizi de nasip-dar et. Bizi yeniden nefsimizin insafına bırakma. Bizi tut. Bizi kendine al. Sende ve seninle kalalım ebediyen!
Binler binler selam olsun ey nebi!
Mehmet Ali BulutHaber 7
25 Şubat 2012 Cumartesi
33. YILINDA İRAN DEVRİMİ
Milli Gazete - 14 Şubat 2012
Geçtiğimiz Pazar günü İran Devrimi'nin 33. yıldönümüydü. Humeyni'nin İran'a döndüğü gün doğan çocuklar bugün orta yaşlarda seyrediyor. O günden bu güne İran neler yaptı; küresel ve bölgesel oluşum ve gelişmeler bağlamında nerede konumlandı, İslam Dünyası'yla ilişkileri nasıl bir seyir izledi?...
Soruları artırdıkça bu yazının boyutlarını kat kat aşacak alanlara gireceğiz ister istemez. Ancak kuşbakışı baktığımızda ana hatları itibariyle şunları söyleyebiliriz:
İran'da devrim gerçekleştiğinde İslam Dünyasında "Müslümanlar bakımından artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı" düşüncesiyle yepyeni bir heyecan, umut, kardeşlik dalgası oluştu. Türkiye dahil, İslam Dünyası'nın hemen her yerinde –bilhassa gençler arasında– mezhep değiştirip Ca'feriyye-İmamiyye mezhebine geçenler oldu. Bugünkü gibi kimsenin propaganda yapmasına gerek olmadan, kendiliğinden gerçekleşen şeylerdi bunlar. İslam Dünyası, Soğuk Savaş sürecinin getirdiği düşünce ve algı kalıpları içinde dünyanın iki kutbundan birine sığınmak zorunda olmadığı, üçüncü bir kutup olarak kendi ayakları üstünde pekala durabileceği, hatta "müstekbirler" karşısında "mustaz'aflar"ın sığınma adresi olabileceği hissine kapıldı ki, bunlar gerçekten aşılması hayli zor psikolojik eşiklerdi. Dirayet, cesaret ve iyi niyetle yönetilecek bir işbirliği ve hatta "beraberlik" süreci, İslam Ümmeti'ni yekvücut olarak yepyeni bir güç yapabilirdi ve buradan oluşacak muazzam enerji, dünyanın çehresini değiştirebilirdi.
Ancak zaman içinde İran, İslam Dünyası'nda "Ümmet şuuru"nun, "vahdet"in, dayanışmanın yerleşmesine, insanlığın kanını iliğini emen sömürgenlere karşı hak ve hakikatin gür sesini birlikte haykırmaya değil, kendi mezhep ve ideolojisinin İslam Dünyası'na ihracına matuf bir niyet taşıdığını ortaya koymaya başladı. İçeride akla zarar bir "Sünnî avı" sürerken, dünyaya dönük politikalarında İslam Dünyası'nın birlik-beraberliğini pekiştirecek ve bu anlamda yeni bir dengenin kurulmasına hizmet edecek yapılanmalar yerine, Rusya-Çin-Hindistan blokuna yaslanarak Batı karşıtı söylemlerle kendisine alan açmayı tercih etti. İslam Dünyası'na dönük politikalarda görülense, İsrail karşıtı ve fakat altı boş söylemlerle prestij oluşturma üzerine kurulu bir tavır…
Üstelik İran'ın, Batı karşıtı söylemlerinin keskinliğiyle mütenasip bir pratik ortaya koyduğunu söylemek de mümkün değil. Afganistan ve Irak işgallerinde "Ümmet'in birliği" söylemiyle hiçbir şekilde izah edilemeyecek bir makyavelizm gördük İran'dan. Bunun başka bir izahı var mıdır gerçekten? "Bosna, Çeçenistan, Doğu Türkistan… gibi bu ümmetin kanayan yaralarında İran hangi derde deva adımı attı? Daha dün Gazze İsrail bombalarıyla, kimyasal ve biyolojik silahlarıyla yerle bir edilirken İran ne yaptı" gibi soruların cevabı İran bakımından hiç de iç açıcı değil. Aynı makyavelist tavrı şimdilerde Suriye bağlamında müşahede ediyoruz. Orada kelimenin tam anlamıyla oluk oluk kan akarken İran, sırf Sünnî karakterli bir ayaklanma söz konusu diye zalim Esed yönetiminin hunharca katlettiği mazlumları "Amerikan ajanları"? olarak damgalayabiliyor!..
Geldiğimiz noktada uluslar arası arenada sırtını Rusya-Çin-Hindistan bloğuna yaslamış, buna mukabil İslam Dünyası'nda –devletler nezdinde– kendisini giderek tam bir yalnızlığa mahkûm etmiş, Ümmet'le ilişkisi ise İmamiyye mezhebinin ihracına dönük politikalardan ibaret olan, kadim arızaları zirve yapmış bir İran söz konusu ne yazık ki!..
Bunları söylerken İran yanlısı çevrelerden "Türkiye de şurada şunu yapmadı mı" veya "Arap ülkelerinin şu şu politikaları bu söylediklerinizle çok mu örtüşüyor" tarzında itirazlar alıyorum. Oysa bu tarz bir savunmanın konuyu manipüle etmekten başka bir anlamı yok. Ben bütün bu tenkitleri dillendirirken ne Türkiye'nin ne de Arap aleminin izlediği politikaları referans alıyorum. Söylediğim, İran'ın, söyledikleriyle yaptıkları arasında onmaz bir çelişki bulunduğu.
MÜSLÜMAN KANI NE KADAR UCUZ!
Milli Gazete - 30 Mayıs 2011
Efendimiz (s.a.v) bir gün Kâbe-i Muazzama’ya bakarak, “Sen ne büyüksün! Hürmetin ne kadar büyük! Ama nefsimi kudret elinde tutana yemin olsun mü’minin Allah katındaki hürmeti senin hürmetinden daha büyüktür!..” buyurmuştu.[1]
Allah korusun, Beytullah’a bir saldırı vaki olsa İslam Dünyası’nda yer yerinden oynamaz mı? Ama Allah Teala katındaki değeri ondan daha büyük olan mü’minlerden her gün yüzlercesi katlediliyor; ama Ümmet-i Muhammed’in kılı kıpırdamıyor!..
1983 Şubat’ında Suriye diktatörü Hafız Esed, Müslüman Kardeşler’e yönelik büyük bir katliam gerçekleştirdi. Hama’da 40 bin, Suriye genelinde ise 70 bin insan katledildi. Hiçbir şey yapamadık.
Şimdi yıl 2011 ve Suriye’de yeni bir katliam yaşanıyor. Bu defa sahnede oğul Esed var. Arap dünyasını saran gösteri ve ayaklanmalar ilk başladığında Suriye halkında herhangi bir hareketlilik görülmedi. Suriyeliler soğukkanlı tavırlarını muhafaza ederek Beşşar Esed’in vaatlerini gerçekleştirmesini beklemeye devam ettiler.
Ancak ne yıllardır vaat edilen reformları hayata geçirmeye dönük ciddi bir adım, ne de halkla barışık bir yönetim anlayışının izleri görüldü. Ve sonrası malum…
Esed ailesinin fertleri, ensesinde boza pişirdikleri Suriye halkının kanını akıtmakta, çoluk-çocuk demeden katliam yapmakta tereddüt göstermedi, göstermiyor. Suriye’den ardı ardına katliam haberleri geliyor. Sokaklara silahlı milisler hakim. Halka ateş açmayı reddeden askerler bile bu milis güçleri tarafından hunharca taranıyor. İşte o mesajlardan biri:
“… Daha düne kadar orada eğitimine devam eden fakat bu musibetler dolayısıyla eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalıp dönen bir arkadaşım var. Kendisinin anlattıkları inanılır gibi değil. Aynı zamanda orada bulunan Türk ve Suriyeli arkadaşlarımın mailleri ve bize olan sitemleri uykumuzu kaçıracak cinsten. İnanınız ki insan cesetleri sokak ortalarında durur vaziyette. Her bir yürüyüş ve eylemde üst katlara tırmanmış kanaslar insanları küçük büyük genç yaşlı demeden öldürmekteler. Der'a, Hums, Hama vd. yerlerde Şam'da dahil olmak üzere tam bir kaos yaşanmakta. Ekmek almaya giden çocuk öldürülmekte, kardeşi için merakta kalıp sokağa kardeşini aramaya çıkan abi de yerde kanlı bir meyyite dönmekte. Irak'tan izlediğimiz görüntülerin ötesinde "vallahi ötesinde" bir arbede yaşanmakta. Çok uzaklarda ve yabancı diyarlarda değil benim ve senin daha dün sokaklarında dolaştığımız mekanlar, Kur'an'da "mübarek kılınan etraf" diye anılan, hadisi şerif'de "fitne zamanı kendisine sığınmamız istenen" ve biz Osmanlı'nın dilinde "Şam-ı Şerif" olan topraklar kan revan içinde... Kendilerinden ders aldığım çok kıymetli hocalar ve telif, zikir, taatü amelle meşgul ulemanın hiçbirinin can güvenliği kalmamış durumda. insanlar Türkiye'den evet Türk halkından "Allah aşkına" diye yardım destek miting gösteri ve aksiyon beklemekte...”
Bu gücün “meşruiyet” kaynağı nedir?
Kendi halkını katledip, sonra da öldürdüğü avını filme çeken avcı edasıyla insanların kopmuş kafalarını, kollarını, bacaklarını cep telefonuyla kaydeden ruhsuz, bu gücü nereden alıyor? Onu orada tutan, Suriye halkının iradesi midir?..
Biraz da “iç muhasebe”:
“La Şiiyye la Sünniyye, vahde vahde İslamiyye” sloganı eşliğinde “Ümmet’in birliği” nutukları atan arkadaşlarımız, tarihten ders alma irade ve becerisini ne zaman gösterecek? Şu süreçte İran’ın tutumunu ve Hizbullah liderinin sözlerini Ümmet’in dikkatine sunacak ve olup bitenleri ciddi bir muhasebeye tabi tutacak takatiniz de mi kalmadı?
Irak’ta olup bitenlerden ders almadık; şimdi Suriye… Bu filmi daha ne kadar izleyeceğiz?
Yoksa başlığı “Sünnî kanı ne kadar ucuz” diye mi atmalıydım?
20 Şubat 2012 Pazartesi
|
| ||
Türkiye’de İran İslam devriminden kalma, İran’ı hala doğru okuyamayan bir nesil var ve bunlar İslami duyarlılıkla İran’ı savunmaya devam ediyorlar. İran’daki devrimin İslam’la pek alakasının kalmadığının, devrimin “İslam” tarafının tedavülden kalkıp,“devrim” tarafının bizdeki Kemalizm’e benzer otoriter bir rejim olarak sürdürülmeye çalışıldığının farkında değiller. İran’a dokunan yazı ve yorumlarda bazı “Kek Müslümanlar”[i] ümmet bilincinden girip İslam birliğinden çıkıyorlar ve İran’ı müdafaa yarışına giriyorlar. İran destekli son Suriye katliamlarına rağmen hala İran’ı müdafaa edenler olacak mı bilmiyorum. Şia propagandasına maruz kalanlara ve Şiilik eğilimi taşıyanlara sözüm yok. Ama ortalama ve samimi Sünni Müslümanlardan da bu ağa takılanlar ve İslam adına İran’ı müdafaa edenler az çıkmıyor. 30 yıl sonra Suriye ordusu Hama’da ve yeni bir katliama daha imza atıyor. Aylardır zalim Baasçı, Nusayri rejimi tarafından kuşatma altında tutulan Hama’ya dün tam teçhizatlı ordular girdiler ve şehri tekrar kana buladılar. Tanklar rastgele evlere, mahallelere ateş etti. İnsanlar kan revan içinde kaldı; yüzlerce ölü var. 21. Yüzyılda dünya ve Türkiye bu manzarayı sadece seyrediyor. Hama’nın derdi ne? Hama kökenlerinde Türkmenlik olan Araplaşmış samimi, Sünni duyarlı Müslümanların yaşadığı, zulme başkaldıran bir kent. Hama’lıların tek suçu Müslüman olmak, İslam’ı yaşamak ve %10’la %90’a hükmeden Esad diktatörlüğüne boyun eğmemek. Tanklar Hama’ya bu nedenle girdi. Rejime, orduya, devlete hükmeden Nusayriler (Nusayri, Nasara’dan “Hristiyancık” anlamına gelir) bu insanları başka değil, Müslüman oldukları ve zulme diklendikleri için öldürüyor. İslamcı(!) İran, Baasçı (Arap milliyetçisi, pozitivist, ateist) Suriye rejiminin arkasında siyaseten durmakla kalmıyor. Katliam yapan Suriye ordusuna bizzat ve aktif destek de veriyor. Peki, bu nasıl bir İslamcılıktır? Bu nasıl Müslümanlıktır? Nusayri, ırkçı, İslam’la alakası olmayan bir rejim hangi İslam, hangi Müslümanlık adına desteklenebilir? İran’ın yaptığı nedir? İran’ın yaptığı bir mezhep dayanışmasıdır. Suriye, Ortadoğu’da İran’ın müttefikidir. Nusayrilerin Şia ile hatta İslam’la uzak-yakın bir alakası olmamasına rağmen, Suriye yönetimi İran yanında ve Şia ekseninde yer aldığından dolayı “İran İslam Cumhuriyeti!” Suriye diktatörlüğünün Müslümanlara karşı işlediği katliamlara göz yummanın ötesinde destek vermekte, kana ortak olmaktadır. Başka? İran’ın yaptığı Türkiye karşıtlığıdır. Türkiye’deki “Kek Müslümanların” basireti bu konuda bağlanmış olabilir; ancak İran, Türkiye söz konusu olduğunda Müslümanlığı, İslam’ı bir yana bırakır ve Türkiye’ye verebileceği zararın azamisini vermeye çalışır. Tarih buna şahittir. Türkiye, Suriye konusunda biraz sesini yükseltince, geçen aylarda bunu bir defa daha yakından görmüş; İran’ın tehdidine maruz kalmıştır. İran Suriye rejimiyle işbirliği yaparak Türkiye’yi kuşatmaktadır. Zira Irak Şiileşmiştir ve şu anda İran’ın tabii müttefikidir. Suriye ve Lübnan’ı da bu pakta kattığınızda Türkiye’nin doğudan ve güneyden İran tarafından kuşatıldığını görürsünüz. Ama ne hükümet, ne de “kek Müslümanlar” bunu görmeye hazır değillerdir. Türkiye’yi kuşatmak ve Türkiye’ye zarar vermek İran’ın temel, tarihi politikasıdır. Bu politikasını takiyye ile iyi perdelediğinden, bizimkilerde kandırılmaya hazır ve yatkın olduklarından İran’ın gerçek niyetleri devletlûlarımızca sezilememekte, gerekli tedbirler alınamamaktadır. İran’ın bir başka derdi de Sünni karşıtlığıdır. İran İslam coğrafyasında Şii bir eksen oluşturmakla ve kendisine paktlar kurmakla meşguldür. Bu konuda İran ABD-İsrail’in desteğiyle ciddi mesafe almıştır; Irak Şiileşmiştir. Yüzde 90’ı Sünni olmasına rağmen Nusayri yönetimi sayesinde Suriye Şii eksende tutulmaktadır. İran Lübnan’da Hizbullah üzerinden etkinlik kurmaktadır. Pakistan ve Afganistan’da yine ABD-İsrail desteğiyle Şiiler ciddi mevzi ve üstünlük kazanmışlar, yönetimde etkin olmuşlardır. İran, batılılara, ecnebilere değil, ama Türkiye dâhil Müslümanlara Şii misyonerliği yapmaktadır. Batının tersinden katkısıyla İran, İslam dünyasında “batıya kafa tutan kahraman!” havasıyla sempati toplamakta, hızla (Müslümanlar arasında!) Şiiliği yaymaktadır. Bu gün İran’ın İslam tarafı kalmamıştır. İçi boş, kof bir hale gelmiştir. Bizde Kemalizm ne kadar toplumsal tabana, desteğe sahipse, ne kadar etkinse İran’da İslam devrimi o kadar etkindir. Ama İran’ın yeni misyonu zaten İslam’ı yaymak filan değildir. İran’ın misyonu,“İslam” etiketini kullanarak Müslüman kitleler üzerindeki etkinliğini artırmak, Şiiliği yayarak siyasi güç ve hâkimiyet alanını genişletmektir. İran’ın Suriye’de Müslüman kıyımına destek vermesini ancak bu pencereden bakarsanız anlamlandırabilirsiniz. İran, İslam rejimi deforme olduğu için bunu yapıyor değil. İran devrimi, başlangıcından itibaren sakat doğmuş, yukarıda saydığımız hedefler gözeterekyaptırılmış bir devrimdir. Zira daha devrimin 3. yılında, yani 1982 Hafız Esad’ın Hama-Humus’ta 60-80.000 Müslüman’ı katlettiği dönemde, İran, Suriye rejimine ses çıkarmamış, destek olmuştu. “İran sonradan değişti” argümanının altı boştur. 21. yüzyılda ateist, diktatör, Nusayri Suriye rejimi katliam yapıyor, kan akıtıyor. Bir İslam Cumhuriyeti olma ve İslam’ı yayma iddiasındaki İran bu katliama aktif destek veriyor. Bizim İran etkisinde kalmış, radikallik bulaşmış “İslamcı” aydınlar gözlerini yummayı, susmayı tercih ediyorlar. Batının, miadı dolduğundan dolayı tedavülden kaldırdığı kuklası Kaddafi’ye “aslan” kesilen, İslamcı geçmişe sahip, dini duyarlılığı yüksek hükümetimiz, Başbakanımız, Esad’a karşı oldukça ılımlı ve olumlu yaklaşıyor. İsrail’e kafa tutan AKP, Suriye’ye ve Suriye’deki katliama sırt dönüyor!…. Batı mı? Onlar inançlı, Müslüman insanların kırılmasından, katledilmesinden ancak memnun olur. Sadece dünya kamuoyuna karşı bir şey yapıyor görünürler… |