23 Nisan 2012 Pazartesi


Medine'de Peygambere yakarış!

Kutlu Doğum haftası münasebetiyle bir şeyler yazmayı düşünmüştüm umre seferine çıkmadan önce. Nasip olmadı. Fakat şükür ki Rabbim uzaklardan Yeşil Kubbe’ye el sallamak yerine gelip onun eşiğini öpmeyi nasip etti.
 
 
Sevgili dostum BesTur sahibi Nihat Abalıoğluna ve aziz kardeşim Said Özadalı’ya minnet borçluyum. Bizi davet ettiler. Sizin dualarınızla kendimi burada, gülzar-ı resul olan Medine’de buldum. Ne mutlu bana!
Çünkü orada yazmayı planladığım yazıyı şimdi burada kutlu Nebinin nurani/ruhani huzurunda yazmak nasip oldu!
Fakat yazık ki huzur-ı Nebiye varmaya yüzüm yok. O yüzden de mümkün mertebe mesafeli durarak Mescidin şurasında burasında bulunarak, bazen dışarıya çıkıp yeşil kubbenin karşısında mecnunlar gibi divan durarak kendimi ona göstermeye, ‘ben de burdayım ya Rasullah’ demeye çalışıyorum.
Yüzüm tutmuyor, gidip parmaklıklara yapışayım. Yarı imanım, günahlarım, kalbi marazlarım, tereddütlerim ve hepimizde az çok var olan -hiç de bir mümine yakışmayan- idare-i maslahatçılıklarım yüzünden cesaretim yok görünmeye. Ama biliyorum ki o, orada bulunanlardan haberdardır. Ona o hak verilmiş. Her bir ziyaretçisini tanır, hatırlar. Eğer kalbiniz huşyar ise zaten bunu siz de hissedebiliyorsunuz. Bilmeseniz de görmeseniz de, o, duyuşlarla, tesadüfmüş gibi görünen dokunuşlarla, hiç tanımadığınız bir yüzde samimi bir gülüşle sizden haberdar olduğunu hissettiriyor.
Daha önceki gelişlerimin birinde dersimi aldığım için, parmaklıklara yanaşmıyorum. Mümkün mertebe uzaklardan geçerek ama utanarak ve yüreği yanarak geçiyorum. Çükü onun ümmetine duyduğu sevgi ve şefkatin zerre karşılığı yok yüreğimde, yazık ki.
O yüzden de o koridordan, ancak her seferinde sadaka vererek geçmeyi deniyorum. Ve keza sadaka vermeden gidip  ‘Cennetten bir köşedir’ dediği mescidinde oturmuyorum. Belki kusurlarımızı öyle örtebilirim diye…
Ne güzel, onun huzuruna varmak için illa da bir yüreği sevindirme zorunluluğu. Ayet öyle buyuruyor çünkü. Onun huzuruna girmek için önce sadaka vermek, bir yürük kazanmak gerekiyor.
Buralarda kutlu doğum haftaları yok. Gerek de yok! O her saniye, birebir yürekte yeniden doğuyor burada! Herkes yeniden onun aydınlığı ile gün yüzüne çıkıyor.
İnsan adeta gaybı test ediyor. Gaybın ‘gıyab’ olmadığını anlıyor. ‘İhsan’ nimetini bire bir yaşıyor. Ne demişti Cebrail ‘ihsan’ın ne olduğunu Resulullah (asv)’a anlatırken: “İhsan, O’nu görüyormuşçasına ibadet etmektir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O, seni görüyor”.
Evet, gerçekten görüldüğünüzü, izlendiğinizi, bilindiğinizi, orada olduğunuzun bildiğini hissediyorsunuz…
Nasıl bilmesin, nasıl sizden haberdar olmasın? Salâvatınızdan, sevginizden, duanızdan haberdar edilmemesi mümkün mü?
O ki âlemlerin efendisidir. Rahmet olarak gönderilmiştir. Çünkü o Âlemlerin yaratıcısını bize tarif eden, duyuran, delillerin en belîği, en açık konuşanıdır!
Bir Yaratıcının var olduğunu, var olması gerektiğini bize bildiren ispat eden üç büyük delil vardır. Biri ve ilki şu büyük Kainat Kitabıdır. Diğeri onun tefsiri olan Kura’an’dır. Ve biri de o kainat kitabının ‘ayetül kübrası’ olan andelib-i bağ-ı cinan olan Hz. Muhammed Mustafa(asv)’dır.
O, hem bu kâinat kitabının en büyük ayeti, hem nübüvvet divanının mührü, hem Esma-ı ilahiye hazinelerinin anahtarıdır.
O öyle bir Zattır ki, maneviyatı bütün dünyayı bir mescide çevirmiştir. Yeryüzü adeta onun Mescid-i Aksa’sı, Mekke mihrabı, Medine ise minberidir.  İnananlığın çıkardığı en büyük rehber, Beni Âdemin en meşhur hatibi; insanların Âlemlerin Rabbi huzurundaki tercümanı ve şefaatçisidir ki, insanlığa mutluluk ve huzur prensiplerini dikte ediyor.
O aynı zamanda peygamberlerin reisidir. Tüm peygamberler onun sayesinde hüccet buldular ve varlıkları kabul gördü. Onun getirdiği Kitap sayesinde, geçmiş tüm ilahi metinler insanlık nazarında kabule şayan oldu. Sadece ilahi metinlerde bahsi geçen, hiç biri kendi dönemlerinin tarihi vesikalarına geçmemiş olan bütün peygamberler, onun sayesinde ‘maruf’ ve ‘Meşhur’ hale geldiler. Onun getirdiği din, bütün dinlerin esaslarını ihtiva ediyor çünkü.
Adeta, gelmiş geçmiş peygamberlerin gösterdiği mucizeler ve Yaratıcı adına sergilediği deliller onun peygamberliğinin birer tasdik edicisi oldular. O gelmeseydi onlar dahi bugün kaybolup gitmiş olacaklardı.
O (asv), aynı zamanda bütün evliyanın başıdır. Risaletinin aydınlığı ve ışığıyla, onları hem aydınlatıyor hem yol gösteriyor… Öyle bir zikir halkası açmış ki yıldızlar dahi o halkada nebiler ve evliyalar ile devrana girmek için can atıyor.
Varlığıyla yeryüzünde öyle bir cazibe merkezi, öyle bir mihver var etmiş ki insanlık, meczup kelebekler gibi onun muhabbet ışığına doğru koşuyor.
O, öyle bir nurani ağaçtır ki, geçmiş peygamberler onun damar ve kökleri, evliyaullah ise onun dal, budak ve meyveleri olmuşlar. O bütün iyi ruhları kendisine çekiyor. Diri hiçbir kalb, onun çağrısına bigâne kalamıyor…
Nasıl ki peygamberler mucizeleriyle, evliyalar kerametleriyle onun davasını tasdik ediyorlar. Şu temiz ruhlar da ona (asv) koşarak, davasını tasdik ediyorlar. “Onun dediği bizim dediğimizdir, onun istediği bizim istediğimizdir, onun davası bizim davamızdır. O ne ki söylemiş biz onu tasdik ediyoruz. O ne ki istemiş biz de onu istiyoruz” diyorlar.
Onun davasını ispat ediyor ve arkasında duruyorlar. İşte 1400 sene geçtiği halde, onun davası, değil zayıflamak, her gün biraz daha kuvvet buluyor. Bugüne kadar ona karşı tok davrananlar da artık onun getirdiği huzura, güvene ve barışa muhtaç olduklarının hissetmeye başlamışlar.
Dünya muzdarip, dünya huzursuz, dünya acılar içinde. Huzurunu arıyor, barışını arıyor, selametini arıyor, akan gözyaşlarını silecek eller arıyor.
Bakın dünya iklimlerine, onun etrafına yaydığı ışıktan daha aydınlık, daha huzur verici, daha güvenilir hangi iklim, hangi ufuk hangi var? Hangi omuz, onunki kadar güven verici?
Çağdaş bir medeniyet kuracağız diye yola çıkanların insanlığa armağanı, büyük bir ihtiras, derin bir travma, iki savaşta toplam 65 milyon insanın hunharca katledilmesi ve sonunda, yarı nüfusundan fazlası ruh hastası olmuş bir dünya oldu! Keza dmokrasi ve barış getireceğiz diyenlerin insanlığa  acı ve gözyaşından başka bir armağanları olmadı.
Bugün insanlık, tevhidi kaybetmiştir, Rabbini kaybetmiştir, huzurunu kaybetmiştir, sağlığını kaybetmiştir, çocukluğunu, gençliğini, yaşlılığını; hâsılı insanlığını kaybetmiştir. İnsanlığı yeniden Rabbi ile buluşturacak yegâne şey, onun getirdiği Tevhid anlayışıdır.
Şu mescidin etrafında halkalanın şu insanlara bir bakın. Kim eksik burada? Hintli mi yok, Çinli mi yok, Japon mu yok, Rus mu yok, Sılav mı yok, Boşnak, Abaza, Fransız, Alman, İngiliz mi yok? Sarı tenliden kızıl endamlıya, beyaz deriliden kara donluya, simsiyah kömürden pespembe tenliye varıncaya kadar her ırktan, her iklimden, her kıtadan insanlar harmanlanmış Onun huzur veren ikliminde! Onun en büyük davası olan Tevhid’e koşuyorlar. “Arab’ın Acem’e, beyazın siyaha rüçhaniyeti yoktur. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız ve Adem topraktandır. Rabbiniz bir, atanız bir, kıbleniz bir… Bu kadar birler ve birliktelikler varken ayrılık niye?” diyor. “Allah katında üstünlük ‘takva’ iledir” diye ferman ediyor.
İşte şu Mescid ve etrafındaki renkler, o iddianın ne kadar hak ve hakikat olduğunun en büyük delilidir. İnsanlık adeta şu  Mescidin çatısının altında bir satr-ı nurani gibi dizilmiş… Saf tutmuş, omuz ouza vermiş. Onun huzurunda bir araya gelmiş, ‘Biz de seni tasdik ediyouz, ey güzeller güzeli Nebi’ diyorlar. Her dilden avazlarla onun davası gök kubbeyi dolduracak şekilde terennüm ediliyor…
Evet Ya Rasullaah, biz de tasdik ediyoruz, sen hak söylemişsin. Ne ki söyledin haktır, ne ki vaad ettin haktır, ne ki talep ettin haktır. İşte biz de senin davetine "lebbeyk" dedik, illerimizi, ellerimizi, yurtlarımız, evimizi barkımızı, çocuklarımızı bırakarak, çağrına uyarak huzuruna geldik. Bizi boş çevirme. Çok uzaklardan geldik. Bugün yarın yeniden yurtlarımıza döneceğiz. Göğsümüzü, kalbimizi senin muhabbetinle doldurduk. Bedenimiz gidecek amma kalbimiz, aşkımız, hatıramız burada kalacak. Ey nebi bizi de defterine yaz. Seni sevmemize izin ver.
İşlediğimiz günahlar sebebiyle yüreklerimiz taşlaşmış olabilir. Göz pınarlarımız kurumuş olabilir, ağlamayı unutmuş, edebimizi kaybetmiş olabiliriz. Ama işte buradayız. Nefsimizi sürükleyerek de olsa senin huzuruna getirdik. Ey güzeller güzeli Nebi, yüreğinin şavkından bizi de nasip-dar et. Bizi yeniden nefsimizin insafına bırakma. Bizi tut. Bizi kendine al. Sende ve seninle kalalım ebediyen!
Binler binler selam olsun ey nebi!

  Mehmet Ali BulutHaber 7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder